Yıllar önce köyünde sakin bir hayat yaşayan, küçüklerini seven, büyüklerini sayan, iyilik yapmaktan hoşlanan, büyük sözü dinleyen Mahir isminde bir çocuk vardı. Mahir, küçük yaşta bu olumlu ve güzel davranışları sergilemiş, ama nedense daha sonraki yıllarda ele avuca sığmayan biri olup çıkıvermişti.
Bunun sebebini, ne annesi, ne babası, ne de çevresi çözemedi. Onun bu davranışları yüzünden kalbi kırılanlar çok oluyordu. Kimi bu davranışların yanlışlığını anlatmaya çalışıyor, o da dinliyor görünüyor, kimilerine de söz hakkı vermiyor, dediğim dedik, bildiğim bildik diyordu.
Mahir, bazen arkadaşlarıyla oyunlar oynar, onlara haksızlık yapardı. Onun katıldığı oyunlarda mutlaka bir tatsızlık çıkardı. Çünkü o, kurallara uymayı sevmiyor, kendi kural koymaya çalışıyordu.
Hatta bir gün arkadaşlarıyla çelik çomak oynarken rakip ekipteki arkadaşlarıdan birine kızmış, fırlattığı çelik ile başından yaralanmasına neden olmuştu. Bir defasında da futbol oynarken arkadaşına attığı tekme ile üç ay yatmasına, uykusuz gecelerde ağrılar içinde kalmasına neden olmuştu.
Yıllar birbirini takip etti. Mahir hırçınlaştıkça hırçınlaşıyor, anne babasını saymıyor, söylediği laflarla onların kalbini kırıyordu. Öğretmenlerini de kızdırıyordu. Mahir’deki bu değişimin sebebini kimse anlayamıyordu. Mahiri böyle asi bir çocuk yapan ailesi mi, arkadaşları mı, yoksa başka bir şey miydi?
Ortaokul yıllarında çok iyi, saygılı olan, derslerinde dört dörtlük olan Mahir, lisede tamamen değişmişti. Dersleri kötü gidiyor, zayıflar birbiri üstüne geliyordu. Liseyi yatılı okuyordu, onun bu değişiminin sebebi acaba bu muydu?
Okulda geçen günlerinde birçok anısı oluyordu. Bunların birçoğu tatlı olmayan, tartışmalı, kavgalı anılardı. Bu tatsızlıklar genelde tutumsuz biri olmasından kaynaklanıyordu. Hiçbir şeyin kıymetini bilmiyor, har vurup harman savuruyordu.
Ailesinin durumu iyi olmamasına rağmen ellerinden gelen fedakârlığı gösterip arkadaşları içinde mahçup olmaması için çabalayıp duruyordu. Ama o, okula gelip giderken giymesi gereken ayakkabıları iki-üç ay giyebiliyordu. Anne babasının bu konudaki ikazları fayda vermiyordu. Annesiyle bu konuda sık sık tartışıyordu.
Bir gün yine Mahire ayakkabı alınmıştı. Birkaç gün ayakkabılarını itina ile giydi. Fakat arkadaşlarının futbol oynadıkları bir anda yine isteklerine yenildi.
Hava güzeldi ve arkadaşları ders bitiminde futbol oynayacaklardı. Bir gün öncesinden de haberleşmişlerdi. Çoğu hazırlıklı gelmiş, birkaçı bu randevuyu unutmuştu. Bu yüzden hazırlıksız gelmişlerdi. Bunlardan Necdet diğer sınıftan bir arkadaşından malzeme bulup oyun için hazırlığını tamamlamıştı. Mahir, Arif ve Nail ise sorunlarını çözememişti. Gerçi Mahir bunu sorun olarak görmüyordu. Öyle de oynayabilirdi. Arif ve Nail ayakkabı ve kıyafet hazırlamak için çaba gösterirken, Mahirde hiçbir hareket yoktu. Mahirin durumunu merak eden Nail sordu:
– Sen oynamayacak mısın?
– Oynayacağım, neden sordun?
– Kıyafetin yok da!
– Önemli değil, bunlarla da oynarım!
– Ama ayakkabıların karşındakileri sakatlayabilir, hem ayakkabıların da pantolonun da yeni, zarar görebilir.
– Boşveeer, bir daha aldırırım!
– Ama yazık be Mahir! Senin baban ne iş yapıyordu?
– Çiftçi.
– Zengin bir çiftçi mi?
– Sayılmaz, dört ineğimiz, birkaç da tavuğumuz var. Onlarla geçinip gidiyoruz.
– Yani onların sütünü, yağını, yumurtasını satıyor öyle geçiniyorsunuz.
– Evet öyle.
– Öyleyse neden bunların kıymetini bilmiyorsun?
– Ben biliyorum, sen boş ver.
– Ama Mahir...!
– Offf, sen de uzattın Nail! Şurada beş kuruşluk keyfimiz var, onu da sen bozma. Böyle oynayacağım işte
– Oyna, oyna! dedi Nail.
Nail arkadaşlarının çoğunun bahçede toplanmış olduğunu gördü. Kıyafet aramaya devam etti. Bu sırada Mahir konusu aklını kurcalamaya devam etti. Kendi kendine hem kıyafet aradı, hem de düşündü. Aslında Mahirin babasını biliyordu. Ama Mahirin sadece babasının kıymetini bilmesi için ne iş yaptığını sormuştu.
Ara sıra Mahirin babası Hüsnü Bey okula gelirdi. Başında şapkası, eski kıyafetliydi, fakat temiz bir giyimi vardı. Öğretmenlerinden oğlu hakkında bilgi alırdı. Öğretmenleri oğlu hakkında pek de hoş olmayan şeyler söylerlerdi. Boyun büküp giderdi. Bir onu, bir de oğlunu düşündü. Babası çalışıp çabalıyor, oğlunu okutmaya çalışıyor, o ise bunun kıymetini bilmiyor, har vurup harman savuruyordu.
Nail ile Arif spor kıyafeti bulamadıklarından oynamaktan vazgeçtiler. Mahir ise arkadaşlarının arasına katılmış, çoktan ısınma hareketlerine başlamıştı.
Mahir hem ısınma hareketleri yapıyor, hem de Nail ile Arif in oynaması yönünde istekte bulunuyordu. Onlar ise oynayamayacaklarını bildiriyordu. Oynamaları yönünde istekte bulunurken kendini örnek olarak gösteriyordu. Hatta onları sözünde durmamakla itham ederek şöyle diyordu:
– Erkek sözünde durur, siz erkek değilsiniz!
– Erkeğiz, sözümüzde dururuz, ama anne babamıza karşı da sorumluluklarımız var, giyeceklerimizi iyi kullanmamız gerekiyor. Bunlar bedava alınmıyor, dedi Arif.
Mahirin ısrarları sürünce onları dinleyen Ali söze karıştı:
– Mahir! Arkadaşlarımızı zorlama, maçımızın hayati önemi yok, noksan oynarız, olur biter. Diğer arkadaşları da onları zaten anlayışla karşılamışlardı.
Oyun birer kişi noksan olarak başladı. Mahir beton zemin üzerinde, yeni ayakkabılarıyla oyunun heyecanıyla kendini yerden yere atıyordu.
Oyun tüm hızıyla devam ederken, oynamayan arkadaşlarıyla Arif ve Nail de oyunu izliyordu. Nail hem onları izliyor, hem de bir şeyler düşünüyordu. Arif ile Mahiri ve arkadaşlarını karşılaştırdı:
Arif; her şeyiyle dört dörtlük biriydi. Ailesi de varlıklıydı. Varlık bakımından belki de Mahiri yüze katlıyordu. Ama o, giydiği kıyafetinin, ayakkabısının kıymetini biliyordu, "Eskirse eskisin, babam yine alır" demiyordu.
Oysa Mahir tam tersiydi. Ailesi onu fedakârlıklar göstererek okutuyor, o derslerine doğru çalışmıyor, giydiklerinin kıymetini bilmiyordu. Arif’ten daha dikkatli olması gerektiği halde tam tersi bir durumu vardı. Oysa ailesi ondan çok şey bekliyordu, okuyup adam olmalıydı. Anne babası yaşlanınca onlara bakabileceği güzel bir işi olmalıydı. Yaşlandıklarında kendilerine bakmalarını istemeleri de en tabii haklarıydı.
Nail, bu düşüncelerini sürdürürken maç bitti. Mahir’in oynadığı takım yenilmişti. Sadece oyun kaybedilmişti, ama esas kaybeden biri vardı, o da Mahirdi. Mahir’in ayakkabılarının kenarları açılmış, pantolonunun dizleri yırtılmıştı. Soluk soluğa Nail, Arif’in yanına geldi. İkisi de ayakkabılarını ve pantolonunu görünce babası adına çok üzüldüler. Onun da üzüleceğini sandılar. Mahir soluklanmadan konuşmaya başladı:
– Siz de oynasaydınız, oynamadınız da ne oldu? Bakın ben oynadım, dedi. Nail cevabı yapıştırdı:
Ne olacak, oynasaydık ayakkabılarımız, pantolonumuz eskiyecek, parçalanacaktı. Babamıza yeni masraflar açacaktık!
Mahir aldırmaz bir tavırla:
– Boşveer. Bir daha aldırırım, dedi. Nail de zaten öyle bir cevap vereceğini tahmin ediyordu.
Arif Mahirin durumuna hayret ediyordu. Nasıl bu kadar düşüncesiz olunabilirdi. Ama oluyordu. Bir şeyler söylemeyi düşündü, ama fayda vermeyeceğini tahmin ettiği için söylemedi.
O gün hafta sonuydu, akşam da yaklaşmıştı. Arif izin isteyip oradan ayrılmayı düşündü. Naile "Haydi gidelim!" dedi. Mahir bu sırada dışlanmış olma hissine kapıldı. 0 da hafta sonu olduğu için köyüne gidecekti:
– Beyler! Beni beklemiyor musunuz?dedi. Arif:
– Sen elini yüzünü yıkayacaksın, kitaplarını getireceksin, geç gelirsin dedi. Mahir espri yapıyorum düşüncesiyle:
– Kitapları götürmeyeceğim, sırayı bekleyecek, ben hamal mıyım? dedi. Onun bu cevabı üzerine Arif çok güzel bir cevap verip taşı gediğine koydu:
– Okulda iken kitap hamallığı yapmayan, büyüyünce yük hamallığı yapar. Bu söz Mahir’i biraz sarstı, ama yine de aldırmadı.
Mahir’i hafta sonu eve vardığında annesi karşıladı. Hasretle sarıldı oğluna. Oğlunu yanında görmekten dolayı çok mutluydu. Birkaç dakika sohbetten sonra Mahir annesinden bazı isteklerde bulundu:
– Anne, valizimde çamaşırlarım var, ayakkabılarım boyanacak, onları bir hallediver, dedi.
Annesi:
– Tamam oğlum! dedi. Ama bir gerçek vardı. Çamaşırların yıkanmasını anlamıştı, fakat ayakkabıların boyanması neydi? 0 kadar işin içinde bir de ayakkabılarını mı boyayacaktı. Halbuki boyayı kendi de yapabilirdi. Yine de ses çıkartmadı. Çamaşırları zaten o demese de yıkayacaktı.
Valizi açınca dizi parçalanmış pantolonu, parçalanmış ayakkabıyı görünce:
– Ne yaptın oğlum bunları? diye bağırdı. İçerde oturduğu yerde radyo dinleyen Mahir anlayamadı ve seslendi:
– Ne dedin anne anlayamadım?
– Bunların hali ne oğlum, parçalamışsın hepsini!?
– Top oynarken oldu,dedi gayet sakin bir şekilde Mahir.
Annesi hayreti artmış bir şekilde:
– Daha yeni almıştık oğlum, dedi.
Mahir aldırmaz ve sorumsuz bir tavırla:
– Bir daha alırsınız!
– Almak kolay mı? Bak benim üzerimdekilere, iki yıldır ayağıma çorap bile almadım. Baban ayağına beş yıldır ayakkabı alamadı. Dört hayvanla, bahçe ile ne oluyor ki?
– Amaan, alırsın anne! Babama söyleme sakın!
– Söylemeyince nasıl aldıracağım? Benim param mı var?
– Vardır, vardır. Sen işini bilirsin.
– Oğlum senden adam olmaz. Hiçbir şeyin kıymetini bilmiyorsun.
– Olur, olur!
Annesi Hacer Hanım uyarılarının etkili olmadığını anlayıp çamaşırlarını yıkamaya koyuldu.
O hafta sonu bu mesele yüzünden babasıyla da tartıştı Mahir. Kırgın bir şekilde pazartesi günü okuluna döndü.
Mahir okulda da arkadaşlarını kırıyor, yararlandığı şeylerin kıymetini bilmiyor, tutumluluktan uzak bir tavır sergiliyordu. Devletin kendine verdiği imkanları insafsızca kullanıyordu. Sıraları, masaları çakı ve iğne ile çiziyor, yazı yazıyor, duvarların güzelim badanalarına zarar veriyordu. Tebeşirleri gereksiz yere kullanıyor, defterlerini karalıyor, kitaplarını korumuyordu.
Özellikle su kullanımında çamaşır yıkarken, diş fırçalarken çok israf yapıyordu. Bu konuda duyarlı olan arkadaşlarından sık sık uyarı alıyor, fakat bunlar fayda vermiyordu.
Özellikle Nail bu israfçı tutumuna çok kızıyordu. Lavaboda yanında olduğu anlarda morali bozuluyordu. Bir defasında yine yan yana diş fırçalıyorlardı. Mahir de, suyu sonuna kadar açmış, dişlerini temizlemeye çalışıyordu. Nail, Mahire dikkatlice bakmaya başladı. Kendi de diş fırçalamayı bıraktı. Bakışların kendi üzerinde olduğunu fark eden Mahir Nail’e sordu:
– Ne bakıyorsun öküz trene bakar gibi?
Nail imalı bir sözle Mahire karşılık verdi:
– Trene değil öküze bakıyorum!
– Sen bana şimdi öküz mü diyorsun?
– Yoook!
– Diyorsun, neden bana öyle bakıyorsun?
– Anlayamamışsan ne yapayım? Beş dakikadır dişini fırçalıyorsun, su şırıl şırıl akıyor. Yazık boşa akan suya. Biliyorsun sık sık sular kesiliyor. Tasarruflu olmak zorundayız.
Mahir, ters bir cevap verdi:
– Sana ne! Su senin mi? İstediğim gibi kullanırım
– Bir düşün, herkes senin gibi kullansa, bir diş fırçalamak için onlarca litre su harcar. Bu, sadece diş fırçalamak için. Diğerlerini sen düşün. Temizlik iyi, ama böyle olacaksa hiç olmasın daha iyi. Peygamberimiz de israftan kaçınmamızı istiyor.
– Offf! Amma uzattın. Bana karışma, istediğim gibi kullanırım.
– Sen öyle bir su sıkıntısı çekmelisin ki, bunun değerini anlamalısın. Yoksa sana nasihat fayda vermez.
– Senin nasihatine ihtiyacım yok
– iyi, o zaman suyu boşa akıtmaya devam et, dedi ve sinirle yanından ayrıldı.
Mahir tutarsız, saygısız, tutumsuz hareketlerine hız vererek devam ediyordu. Bu hal ve hareketleri etrafındakilerin gözünden düşmesine, sevilip sayılmayan birisi olmasına neden oluyordu. Mahir ise kendi çalıp kendi oynuyordu adeta. Gün geçtikçe arkadaşları tarafından da dışlanmaya başlamıştı.
Bir eğitim dönemi daha sona ermiş, tatile girilmişti. Bu tatilden yararlanarak Mahir köyüne anne babasının yanına gitti. Mahir yemekleri beğenmiyor, bu konuda da saygısızlık ediyordu. Annesinin eve kovalarla getirdiği suyu israf ederek harcıyor, elektriğin kıymetini bilmiyordu. Bunlar hep ailesinin ve kendisinin zararınaydı. Ama o bunu idrak edemiyor, anlayamıyordu.
0 yıl yaz ayında müthiş bir kuraklık yaşandı. Sular akmaz, elektrikler yanmaz oldu. Hayvanlar da süt vermiyordu. Ailesinin ve kendisinin durumu daha da kötüye gitti. Boşuna harcadığı elektrik yerine mum ışığında yaşamaya, boşa akıttığı suyun yerine dereden getirdikleri bulanık ve pisli suyu içmeye başladılar. Süt ve yoğurtla destekledikleri sofralarında artık kuru ekmekten başka bir şey de yoktu. Artık israf yapamıyordu.
Yokluğun ne olduğunu, ailesinin fedakârlığını yıllarca anlamamıştı. İçinde bulunduğu şartlar ne kadar yanlış hareketler yaptığını anlamasına neden oldu. Artık elektriğin, suyun, sütün, ekmeğin, anne babasının kıymetini daha iyi biliyordu.
Kaynak: Gelin Gölü, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: KuTuL KuLuB
www.hikayearsivi.net
|