Çabanız her zaman iyiye, güzele ve doğruya yönelik olsun değerli çocuklar! Konuşulan, yazılan her söz dizisi, dinleyen ve okuyanlar için yararlı olmalıdır. Gereksiz yere konuşmak yerine susmayı bilmek, insanlar için çok daha anlamlı davranışlardandır. Az fakat öz konuşmalı, dinleyenleri sıkmamalıdır. Bu yüzden ben sözü uzatmadan canlılarla ilgili bâzı bilgileri aktardıktan sonra, hikâyeme geçmek istiyorum:
Hayvanların da bir çoğu, insanlar gibi toplu halde yaşarlar. Bu durum, doğuştan gelen bir içgüdünün gereğidir. Ayrıca, kendilerine göre, çeşit çeşit barınak yapmakta beceriklidirler: Bunlardan kimi yer altında, kimi kayalık tepelerin in denilen oyuklarında, kimi de sular altındaki konutlarında yaşarlar. Kanatlı olanları, ağaçlar üzerinde yuva kurarlar; çok kez de bu barınaklarını ormanlarda yaparlar ve hayatlarını buralarda sürdürürler.
Hayvan denilen yaratıkların, o kadar çok tür ve çeşitleri vardır ki bunları sayı olarak belirtmek ve anlatmak çok kolay değildir: Serçe, saka kuşlarından tutunuz da fillere varıncaya kadar nice canlı türü, yaşamak için birbirleriyle sürekli savaş halindedirler. Bu hayvanca yaşama düzeninin değişmeyen tek kuralı vardır: Güçlü olanlar, güçsüzlere yaşama hakkı tanımazlar; bu yüzden de ölüm kalım savaşlarının bir türlü sonu gelmez.
***
Değerli çocuklar! Canlılar dünyasında, ayrı tür olanların birarada yaşamaları düşünülemez. Oysa biz, masal ve hikâyelerde, ayrı tür yaratıkların canciğer dost yaşadıklarını, örneğin, kurtla kuzunun, tilkiyle tavuğun kardeşce yanyana yaşadıklarını dinleyegelmişizdir.
İşte çocuklar! Anlatacağım hikâyede de böylesine, hem de üç hayvan arasında kurulmuş bir dostluğu konu edineceğim:
Bir ormanda önceleri, aklı eren bir tilkiyle Iaklakçı bir Ieylek arasında başlayan sıkı fıkı dostluğa imrenen, sevimli fakat son derece saf bir ayıcık, bu yakınlaşmaya katılmayı istemişti. Bu amaçla birgün, Ieyleğin dostu tilkiye bir tavuk ziyafeti çeken ayı kardeş, ikili dostluk birliğinin üçüncü üyesi olmayı haketmişti. Ayıcık, tilkinin gözüne girmek için sık sık ona çevre köylerin kümeslerinden yakaladığı tavuk, piliç, hindi, kaz gibi hayvanları getiriyor ve kurnaz hayvana ziyafetler çekiyordu.
Ayıcığın tilkiye verdiği bu ziyafet sofrasına Ieylek katılamıyorsa da dostluk sohbetlerinde çok kez bulunuyordu. Bu sohbetler, genellikle Ieyleğin yuvalandığı asırlık çınarın altında yapılıyor; leylek, çınarın tepesinde gördüğü ilginç olayları anlatıyor; ayı kardeşin konuşması, çok kez bal peteğiyle armut üzerine oluyordu. Tilkinin, anlatacak pek çok şeyi olmasına rağmen, kurnaz yaratık, bir şey söylemiyor, Ieylekle ayının anlattıklarını dinlemeği uygun görüyordu.
Üç değişik yaratığın dostlukları iyi gidiyordu. Ayı kardeşinin ikram ettiği körpe av hayvanlarını, büyük bir iştahla gövdesine indirmeği sürdüren tilki, zamanla, bu dostluktan sıkılmağa başlamıştı; Ne zaman dinlenmek, ya da yalnız başına dolaşmak istese, Kocaoğlanı yanıbaşında buluveriyordu. Bu yüzden, zaman zaman, bu aşırı dostluktan kurtulmayı düşünür olmuştu. Ne var ki, güçlü dostu ayıyı incitmekten de çekiniyordu.
Birgün, bu konuda aradığı fırsat, kendiliğinden geliverdi: Bir sabah, üç candan arkadaş, Ieyleğin yuva yaptığı asırlık çınarın altında oturup yorgunluklarını gidermeğe çalışırlarken tilki, ortaya bir söz atarak şöyle konuştu:
– Bugün birbirimize, başımızdan geçen en ilginç olayı anlatalım; bakalım bunların hangisi daha hoşa gidici olacak!
Kurnaz tilki, bu sözlerinden sonra, anlamlı bir gülümsemeyle Ieyleğe dönerek konuşmasını sürdürdü:
– Leylek kardeş! İstersen önce sen anlat. Dostluğumuz kurulmadan önce nasıl yaşıyordun? Sanırım sende, bize anlatacak çok ilginç anılar vardır; ulu çınarın tepesinde kimbilir nice ilginç olaylara tanık olmuşsundur ...
Tilkinin bu pofpoflu sözlerinden kanatları kabaran Ieylek, zevkten dörtköşe olurken, gagasını bir süre takırdattıktan sonra, söze başladı.
– Başımdan geçenlerin içinde birisi var ki, yaşantımın en duyarlı olayıdır: Anlatınca, bana siz de hak vereceksiniz. Ben, bu ormana gelmeden önce, çok uzak bir ülkede bulunuyordum. Sıcak bölgelere yaptığım göç seferinde, bir kasaba yakınındaki ormanda konaklamak üzere, çevreye tepeden bakan bir çınar ağacının dalları arasında, yuvamı kurmuştum. Önümüzde, oluşmuş küçük bir alan, çayır ve çimenlerle kaplı bulunuyor; bu zümrüt örtünün üzerinde açmış renk renk çiçeklerin arasında, balarısı ve kelebekler, çiçek özü devşiriyorlardı. Buranın, zaman zaman, başka konukları da olurdu. Sık sık bir küçük çoban, orman ağaçlarının eteğine sürünerek akan dereciğin kıyısında koyunlarını otlatırken, yuva kurduğum çınarın altında kavalını çalar, sihirli nağmeleriyle çevreyi büyülerdi.
Yine bir seher vaktiydi: Güneş henüz doğmamış, nur saçan ışınlarını çevreye yaymamıştı. Cıngırak sesleriyle uyandım. O anda da bir duman kokusu duyuverdim. Bulunduğum çınarın gövdesinden tepesine doğru kalın bir duman tabakası yükseliyordu. Önce, orman yanıyor sandım. Cınarın tepesinden aşağıya baktığım zaman, sık sık görmeğe alıştığım küçük çobanı, yanmakta olan bir ocağın başında gördüm: Ateşin üzerinde bir kangal sucuk közlüyordu. Mis gibi burnuma gelen sucuğun kokusu, iştahımı öylesine kabartmıştı ki, ondan tadabilme isteği, yüreğimdeki haram helâl duygusunu alıp götürüvermişti. Oysa bana: ''Helâl Iokma ye!...'' diye atalarımın öğüdü vardı. Sürekli bu öğüdün etkinliğiyle büyümüştüm; bana: “Kimsenin bağına bahçesine girme, öksüzün, yetimin tarlasından bir tek buğday bile yeme.'' diye öğüt verilmişti. Ne var ki, közlenen sucuk kokusu iştahımı körüklemeği sürdürüyor; tadıysa genzimi yakıyor, bir hoş ediyordu. Bu duygularla bir anda ata öğütlerini unutuvermiştim. Yuvamdan pike yaparak, ocağın üzerinde közlenmekte olan kangal sucuğu kaparak kaçtım. Ne var ki, aceleyle, sucuğa yapışan bir köz parçasını da birlikte yuvama getirmiştim.
Bir anda çevremi duman bulutunun sarıverdiğini gördüm. Kısa süre içinde çalıçırpı yığınından oluşan yuvam, alev alev yanmağa başlamıştı. Gasbettiğim sucuktan bir Iokma olsun tadamadan yuvam, yanıp kül oluvermişti. Bu felâketten canımı zor kurtarmıştım. Bu olayda tek kazancım şu oldu: Bir daha harama el uzatmadım: aç kaldım fakat asla hırsızlık yapmadım.
Leylek, hikâyesini bitirmişti. Üzgün bir görünümle başını önüne eğerek kalakaldı. Anlattıklarının etkisinde olduğu belliydi. Tilkiyse, tasarladığı planın kapısını aralamış olmanın verdiği rahatlıkla, yüzünde sinsi bir gülücük oluşurken, Kocaoğlana dönerek:
– Sıra sana geldi ayı kardeş! Senin yaşantında da ilginç anılar vardır sanırım; anlat da dinleyelim...
Ayıcık, hafif sesle homurdandı, sonra da kaygılı bir görünümle dizleri üzerine çökerken şöyle konuştu:
– Benim başımdan geçen ve hâlâ unutamadığım bir olay var ki, çok daha hüzün vericidir... Birgün ormanda yiyecek ararken, ayağıma bir diken batmıştı. Diken, oldukça derine gömülü bulunduğundan, bir türlü çıkaramıyordum. Çöküp kaldığım yerde acı içerisinde inlerken, beni gören bir oduncu, durumu anlamış ve yeteneğini göstererek, ayağımdan dikeni çıkarmış ve beni acı çekmekten kurtarmıştı. Bu olaydan sonra, oduncuyla aramızda güçlü bir dostluk kuruldu; o, ölünceye kadar da onunla dost ve arkadaş olarak kaldık. Ona, ormanda, yaban arılarının ağaç dalları üzerinde yaptıkları bal peteklerini ve çevre köylerin bahçelerinden topladığım olgun armutları getirir ikram ederdim.
Oduncu dostum, ormanda ağaç kesimi işinde yorulup da ağaçlar altında istirahate çekildiği zaman ona, bir zarar gelmemesi için başucunda beklerdim. Yine bir yaz günü, öğle sıcağında, oduncu dostum, bir çınarın dibinde uyuyor; bende baş ucunda bekliyor, çevrede dolaşan eşek arıları ve sineklerin onu, rahatsız etmemelerini sağlayama çalışıyordum. Birara, irice bir sinek gelerek oduncu dostumun burnu üzerine kondu. Birkaç kez kişeledimse de, inatla ve benimle alay edercesine tekrar tekrar gelerek adamcağızın burnu üzerine konuyordu. Kendi kendime: ''Küstaha bak hele! boyuna bosuna bakmadan, aklın sıra benimle eğlenmek istersin ha! Şimdi ben sana bu küstahlığının cezasını vereyim de gör.'' diye düşünerek, bir kaya parçasını kaptığım gibi, kara sineği hedefleyerek savurdum. Koca kaya parçası, hızla hedefini bulmuş; kara sinek taşın altında kayboluvermişti. Densiz ve haddini bilmez böceğe, hak ettiği cezayı vermiştim. Bu yüzden kızgınlığım hemen geçiverdi.
Karasineğin perişan durumunu görmek için kaya parçasını kaldırdığım zaman, deliye dönüverdim. Kocataş, değerli dostumun başını da ezivermişti. İçimden doya doya ağlamak geliyordu. ''Ah benim sersem kafam!'' diye döğünerek, günlerce yas tuttum. Ne var ki, olan olmuş; iyiliksever değerli insanı yitirmiştim.
Ayı kardeşin çehresini derin bir hüzün kaplamıştı. Kurnaz tilkinin gözlerindeyse hile geriniyordu. Fırıl fırıl dönen gözlerini bir süre, arkadaşları üzerinde gezdirdikten sonra şöyle konuştu.
– İkiniz de günah olduğunu bile bile suçlar işlemişsiniz; Bunların cezası çok ağırdır sanırım. Yaptıklarınızdan pişmanlık duymanız, verilecek cezanın hafifletilmesi için yeterli sebep değildir.
Kurnaz yaratık, kısa bir an sustuktan sonra Ieyleğe dönerek, gözlerini kırpıştırırken sözlerini şöyle sürdürdü:
– Sen yaptığın hırsızlığın cezasını kendi elinle vererek çekmişsin; ayı kardeşin işlediği suç ise cezasız kalmış... Zavallı bir sineği vurup öldürmenin hesabını hiç kimse ona sormamış!.. Ne var ki şimdi ben, işlenen bu ağır suçun hikâyesini sevgili dostum ayı kardeşin ağzından dinlemiş bulunuyorum. İçinde yaşadığımız ormanın yasaları kesindir... Arkadaşım ve dostum da olsanız, işlediğiniz suçları görmemezlikten gelemem; çünkü ben, orman ülkesi adâlet organının başsavcısıyım. Bu olayı suç duyurusu kabul edip işleme koyacak, açılacak cinayet davasında, görevli hukuk yetkilisi olarak, yerimi alacak ve dostum da olsa, ayı kardeşi yargılayacak; mahkeme önünde, suçlama görevimi yapacağım.
Kurnaz tilki susmuştu. Leylek kardeş, başını önüne eğip düşünceye dalmıştı. Kocaoğlansa, tilkinin sözlerinde amaçlanan hedefin ne olduğunu kestiremeyen bir duyarsızlık içerisinde, anlamsız bakışlarla çevresine bakınırken, tilki, dostlarının yanından ayrılarak ormanın derinliklerinde kaybolmuştu.
***
Değerli çocuklar! Kısa süre içerisinde ormanın geniş alanında kurulan ve üyeleri, kalbur üstü iri kıyım hayvan yargıçlardan oluşan ağır ceza mahkemesi önünde ve başsavcı tilki, dostlarının suçlamalarıyla yargılanan, saf ayı kardeş, zavallı bir karasineği öldürmek gibi çok ağır bir suç işlemiş olmasından dolayı, cellât panter tarafından parçalanarak îdam edilme cezasına çarptırılmış oldu.
Mahkeme başkanı kral aslan, başsavcı tarafından kendisine ikram edilen tavuk ve hindi butlarını peşpeşe gövdesine indirirken idam fermanını yazan kalemini kırmış ve kararı açıklamıştı.
Bu olaydan sonra Ieylek kardeşin de artık kurnaz tilkiyle dost kalmaları imkanı kalmamıştı. Hatta öyle ki, ormanda yaşamak bile istememiş; bir seher vakti, oraya nasıl sessizce gelmişse, yine öyle, asırlık çınarın tepesindeki yuvasını terk etmiş; bilinmeyen bir yöne doğru uçup gitmişti.
***
Değerli okuyucularım! Bu yazımda da size çürük temel üzerine kurulmuş bir dostluğun hüsranla sonuçlanan hikâyesini anlattım. Dostluk ilişkisi kurarken insanların, çok dikkatli ve uyanık olmaları gerekir: Kardeşim, dostum, arkadaşım diyen herkese hemence güvenivermek doğru değildir. Tilki yapılı kurnaz kişiler, çok kez, insanı yakar, başlarını belâya sokar; sonra da karşılarına geçerek hazla bakarlar. Dostluk ilişkilerinizi denemeden kurmayınız; Görünüşe aldanıp da herkesi kendinize yararlı olur sanmayınız. Hele hele, dost bildiklerinize sırlarınızı açıp anlatmayınız... Çok kez insan, bilmeden kendi kuyusunu kazar; boşboğazlığı başını derde sokar. Gereksiz yere konuşup durmaktansa, susmakta hayır vardır.
Kaynak: Köstebeğin Metrosu, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: KuTuL KuLuB
www.hikayearsivi.net