[NAMAZ HİKAYE VE ÖYKÜLERİ]
İLK NAMAZ [Namaz Hikaye ve Öyküleri]
Oh, bu sabah ne kadar soğuktu. Yatağımın hararetlerini terk ettiğim vakit, çılgın fırtınalarla haykırarak, tehditkâr rüzgârlarla camları döverek geçen gecenin bütün bürûdetini (soğukluğunu) massetmiş (toplamış) olan soğuk terliklere çıplak ayaklarını sokunca içimde bakiyye-i leyl (gecenin toplamı) bir üşümenin titrediğini hissettim.
Hizmetçim tabiî uyuyordu, onu bu yakıcı soğukta sıcak yatağından kaldırmaya acırdım. Odamın kapısını açtım. Dışarıda kesici ve parçalayıcı kışın müfteris(yırtıcı) soğukları, yüzümü ve elimi tokatladılar. Bu merhametsiz tokatların altında kollarımı sıvadım. Abdestimi aldım. Odama dönünce yalancı bir sıcaklık bir nefes-i teselli gibi, havlunun altından kollarıma, yüzüme, ıslanmış saçlarıma temas ediyordu. Daha fecr-i sâdık (şafak, asıl şafak) uyanmamıştı. Fecr-i kazibin (yalancı şafak) donuk kırmızı sükûneti gecenin sürâdık-ı zalâm-ı bâridini (soğuk karanlık perdesini) parçalayarak büyüyor ve genişliyordu. Pencereye dayandım.
Önümde, zir-i pâyımdaki (ayağımın altındaki) bütün evler, ebedî bir uykunun uyanılmaz kâbuslarını itmam ediyor (tamamlıyor) gibi câmid (sessiz) ve bîhayat (cansız, soluk, ışıksız) duruyorlardı.
Deniz nâmahdut (hudutsuz, sınırsız) bir incimâd-i lâciverdî (donuk lacivert) ile uyuyor ve fecrin zâil (sürekli olmayan) gölgeleriyle titreyen uzak ve sisli sahillere beyaz dalgalarıyla nihâyetsiz bir hatt-ı fasıl (denizle karayı ayıran çizgi) çiziyordu.
Evlerin arasında fakir ve naçiz; fakat bir azamet-i mâneviyye (mânevî büyüklük) ile semâya doğru yükselen eski caminin küçük ve ihtiyar minaresi daha boştu.
Sonra… Bu dakika-i ezeliyette (öncesiz dakikalarda) bütün o intiba-yı leyâl-i sincabî (boz renkli gecenin sonunda) zulmetler, maî bir şeffafiyet-i sürh (kızıl şeffaflık) gibi takattur ederken, (damlarken) minarenin şerefesinde genç müezzinin zıll-ı zaifi (zayıf gölgesi) hareket etti.
Ben hırkama bütün bütüne büründüm. Soğuktan büzülmüş ve mütefekkir (düşünceli) bu kâinat-ı melül ü esmere (esmer ve hüzünlü kâinat) karşı unutulmaz bir hitab-ı ulûhiyetin (İlâhî seslenişin) hatırası gibi derinden aksi (yansıması) ve ruhumu lerzeriş-i haşyet eden (korkudan titreten) ezanı dinlerken, on beş senedir kalkabildiğim bu büyük ve meşbû-ı ruhaniyet (ruhen doymuş) sabahların birincisini düşünüyordum. Ah, on beş sene evvel…
Şimdi muhit-i tesellisinden (teselli ortamından) ne kadar uzak bulunduğum annem, dünyada en sevdiğim, dünyada yegâne perestiş (tapınırcasına sevmek.) ettiğim bu vücud-ı muhterem (muhterem, saygıdeğer varlık), işte derhatır ediyorum, (hatırlıyorum) on beş sene evvel beni ilk sabah namazına kaldırmış idi. Galiba yine böyle bir kıştı. Onun odasına bitişik olan küçük odamdaki küçük karyolamda uyurken bir buse-i esir ü hâr (sıcak ve yakın öpücük) gibi alnımı okşayan nâzik eliyle, nâzik, ince parmaklarıyla saçlarımı tarayarak:
— Haydi Ömerciğim kalk, demişti; kalk, haydi yavrucuğum.
Ben gözlerimi açmıştım. Köşedeki küçük yazıhanemin üzerinde yanan küçük gece kandili -ah bunu unutamam, bu bir kedi kafası idi- iki pencereli olan odamın beyaz, muşamba perdelerinin esmerliklerini aydınlatıyor ve yeşili, câmid (donuk, solgun) gözleriyle bana bakıyordu.
— Fakat anneciğim, demiştim; daha gece…
Her vakit öptüğü yerden, sol kaşımın ucundan tekrar öperek:
— Yok yavrucuğum, saat on iki, sonra vakit geçer, diye koltuklarımdan tutarak kaldırdı.
İçi fanilalı küçük terliklerimi giyerek ve gözlerimi yumruklarımla ovuşturarak onu takip ettim.
Karanlık sofadan bir lâhzada geçerek odasına girdik. Bağdaş kurmuş bir zenciye benzeyen siyah ve alçak soba gürüldeyerek yanıyordu.
— A… Pervin de kalkmış…
Pervin -hizmetçimdi- elindeki sarı güğümü sobanın üzerinden indiriyordu. Onun kalkacağına hiç ihtimal veremezdim. Annem demişti ki:
— Pervin her sabah kalkar.
Ben hiç kalkmadığım hâlde onun her sabah kalkmasına taaccüp ettim (şaşırdım). Hırkamı çıkardılar, kollarımı sıvadılar, abdest leğeninin yanına çömeldim. Anneciğim:
— Öyle yorulursun, diye küçük bir iskemleyi altıma koydu, ona oturdum:
— Haydi, besmele çek…
Pervin ılık suyu ellerime döküyor, annem başucumda:
— Yüzünü… Şimdi kollarını, yine üç defa, diye fısıldıyor, unuttukça…
— A! Hani başına mesh?
gibi ihtarlarla yanlışlarımı bana tekrar ettiriyordu. Abdest bitince annemle beraber yavaş bir sesle namaz dualarını okuyarak kollarımı ve yüzümü kuruladık. Pervin de ayaklarımı kuruladı ve çoraplarımı giydirdi.
Isınmak için sobanın önüne gitmiştim, arkama dönünce annemi Irakkiye seccadeyi açıyor gördüm… Sonra başına yeşil baş örtüsünü örterek beni çağırmıştı:
— Gel…
Gittim. Küçücük ben, onunla bir seccadede, bir yavru samimiyet ve saadetiyle o muazzez, o hassas anne vücudunun yanında durdum. İki lakırdı ile bana yapacağımı, evvelden öğrettiklerini tekrar etti:
— İki rekât sünnet…
Gece öğrendiklerini zammet, (eklemek) unutmadın ya?
— Hayır…
— Haydi…
O, iftitah tekbirini ellerini omuzlarına kaldırarak bir kadın gibi yaparken ben de gayriihtiyârî (elinde olmadan, istemeden) onu taklit etmiştim.
Sünneti bitirdikten sonra bana, gözlerinin nûşin (tatlı) ve nafiz (tesiri çok olan, etkileyici) tebessümüyle gülerek:
— Yavrum, demişti; sen kadın mısın? Kadınlar öyle başlar. Sen erkeksin, ellerini kulaklarına götüreceksin.
Ve hararetli elleriyle benim küçücük ellerimi kulaklarıma kaldırarak:
— İşte böyle, diyerek erkek iftitahını öğretti. Ben de tekbiri öyle alıp annemden farkımı, niçin erkek olduğunu, erkek olmanın yalnız küçük kızları dövmek ve onlara hâkim olmaktan başka da farkları olacağını düşünerek namazı bitirdim.
Dua ederken sordum ki:
— Nasıl dua edeceğim anne?..
O dua ediyor ve dudakları hareket ettikçe başörtüsü de ihtizaz eder (titrer) gibi oluyordu; başını salladı, duasını bitirdikten sonra, daha hâlâ hatırımda:
— Evvelâ, İslâm olduğum için Ey Cenâb-ı Vâcibü’l-Vücud Hazretleri (Allah), Sana hamd ederim, de… Sonra vatanımızın düşmanlarını perişan etmeni Senden istirham ederim, de. Sonra da bütün eziyet çeken, hasta olan, felâkette bulunan, fakir olan Müslümanların selâmet ve sıhhatlerini senden temenni ederim, de… En sonra kendin için, kendi iyi olman ve şeytanın yalanlarına aldanmaman için dua et, demişti. Ben bu basit ve Türkçe duayı, annemin dolabındaki birbiri üstüne duran ve karıştırmaklığım…
— Dua kitaplarıdır, sakın ilişme, ihtarıyla dâima men olunan, yıpranmış, Arapça ve esreli, üstünlü kitapları derhâtır ederek ( hatırlamak) içimden söyledim, sonra Fâtiha…
Annem seccadeyi toplayarak bana uyuyup uyumadığımı sordu; uykum var mıydı, bunu bilmiyordum… Cevap veremedim.
— Haydi öyleyse, git kitabını getir, dersini dinleyeyim.
— Peki.
Artık esmer ve duman gibi bir aydınlıkla tenevvür eden (aydınlanmak) sofadan hızla geçtim. Odamın perdeleri biraz beyazlaşmış, küçük gece kandilinin yemyeşil gözleri sönerek siyah iki nokta gibi kalmış; sanki geceleri kendisine bakarak uyuduğum bu kedi kafası ölmüş, terk-i hayat etmişti. Yazıhanemin üstünde açık duran kitabımı kaptım, annemim yanına koştum; hiç yanlışım çıkmadı.
Annem geceleri der ki:
— Yatmazdan evvel dersini üç defa oku yavrum, uyurken melâikeler sana onu öğretir.
O melâikeler bu gece de uykumda bana dersimi öğretmişlerdi.
Annem müşfik aferinlerle saçlarımı okşadı. Ve:
— Daha mektebe çok vakit var, diye beni kendi yatağına yatırdı.
Uykum yoktu, anneme bakıyordum; yeşil baş örtüsü başında, bu zulmet-i münevvere (loş, nurlu gece) içinde, bir hayal gibi hareket ederek Kur’ân’ını aldı ve pencerenin kenarına, geniş sedire oturarak mühtez (titrek) ve rakik (ince, nârin) sesiyle tilâvete başladı. Ruhumda bir aks-i enîn-i şi’r-âlûd (şiire benzeyen bir tat) bırakan bu güzel sesi dinleyerek büyük, yeşil baş örtüsünün altında, tıpkı ölen bir hemşireme benzeyen güzel ve asım (temiz, namuslu) çehresini görerek, yavaş yavaş sallanan mukaddes başının aheng-i hafif-i münâcâtını (başının hafif bir âhenkle sallanışını) seyrederek dalıyordum. Perdelerin altından görülen dumanlı semâ gittikçe aydınlanıyor, geç kalmış birkaç yıldız koyu lacivert bir atlasa düşmüş mâî ve nâdîde elmaslar gibi büyüyor, vâpesin-i maî (son mavilik) neşrederek (yayarak) parlıyorlardı.
Annemi bir meleğe benzetiyordum. Bu tahayyülle melâikeleri düşünerek Kur’ân okuyan annemin şimdi etrafına toplanmaları lâzım gelen melâikeleri müşâhede ediyorum zannederek dalıverdim. Yüzümün üstünde, âhirette güller bitecek ve cehenneme girecek olursam kat’iyen yanmayacak olan sol kaşımın ucunda tatlı bir ürperme duyuyor, sonra annemin münevver bir zambak aydınlığıyla parlayan dudaklarının kımıldanmasına bakarak o görülemeyen melâike kanatlarının saçlarıma, annemin şimdi Kur’ân tutan ince parmaklarıyla okşadığı sarı ve çok saçlarıma dokunduklarını hisseder gibi oluyor ve dalıyordum…
Ah on beş sene evvelki sebavet (çocukluk) ve şimdiki ben… Tatsız, neşvesiz, muhabbetsiz, aşksız ve heyecansız; her şeysiz, boş bir hiçten daha boş geçen hayât-ı serma-yı tab-âlûd (yorgun geçen hayat)...
Şimdi mülevves (kirli) emellerle, hırslarla, hakîkatte kıymetsiz olan baidül’l-vusul (gerçekleşmesi zor) arzularla; hâsılı (kısacası) bütün bunların bir icmâl-i mebhûtu (şaşkınlık ve sersemliklerin toplamı) olan o sebepsiz ve tahammülsüz bikararlıklarla (kararsızlıklarla) mecruh (yaralı) olan ruhum, mecruh (yaralı) olan kalbim ve mâneviyetim…
Şimdi daha bu gece görülmüş gibi, on beş saniye evvel görülmüş rûhâni bir rüya-yı kıymetkâr (kıymetli bir rüya) gibi saadetleri unutulamayan ve zaten velveleli (gereksiz, telaşlı, gürültülü) ve hüsran-hîz (hüsran dolu) bir rüya olan bu ömr-i fânî (fânî ömür) içinde yalnız kâbus olmayan sabâvet ve hatırat!..
Şimdi düşünüyorum ki, hayatta bu muztar (mecbûri, zoraki) ve şefkatsiz mâzîlerin güzâriş-i ademinden (yoklukların hayali, düşleri) mütehassıl (toplanmış) ne garip bir hiçlik, ne zevalperver (suçla, yoklukla dolu) ve pürhayal (hayal ile dolu) bir beyhûdelik, ne müphem (belirsiz), ne esrar-âlûd (sırlarla dolu) bir sür’at var!..
________________________ Kaynak: Ömer Seyfettin Hazırlayan: Kerim Melleş, www.hikayearsivi.net
Kaynak:
Hikaye-Öykü-Masal Arşivi: www.hikayearsivi.net
Bu hikayeyi beğendi iseniz, veya fikrinizi diğer ziyaretçilerle
paylaşmak istiyorsanız lütfen YORUMUNUZU
yapın. Sadece 1-2 saniyenizi alacaktır.
Önemli Not: Lütfen hikayeyi
kullanacaksanız; www.hikayearsivi.net den
alıntı yaptığınızı ve kaynağını belirtiniz.
|