29 Mart 2006…
Sabahın ilk saatleri olmasına rağmen hava bir hayli sıcaktı. Başını yukarıya doğru kaldırdı. Gözlerini kısarak güneşe baktı.
Kendi kedine: “Bugün çok sıcak olacak galiba.” dedi. Baharın geldiğini müjdeliyordu adeta. Yolun üzerindeki kayısı ağaçları kar beyazı bir gelinlikle, bakanlara neşe saçıyordu. Bahar, çiçeklerde hayat bulmuştu.
Tabiat, kıştan sonra yeniden diriliyor; ben yaşıyorum, kış bitti artık yeni bir hayata başlıyorum, der gibiydi.
Kayısı ağacının altına dökülmüş olan kar beyazı çiçeklere basmamak için zıpladı. Neden basmak istemediğini de zaten anlamamıştı. İçinden öyle gelmişti. Baharın güzelliğinin ayaklar altında ezilmesine gönlü razı olmadı herhalde. Sağlı sollu yemyeşil ağaç ve mazılarla dolu bir yoldan gözlerini alamadan geçti. Başka bir dünyanın güzelliklerini iliklerinde hissetti. Aman Allah’ım bu ne güzellikti böyle! Burada hep var olan bu güzelliğin, farkına yeni mi varıyordu acaba? Aslında her gün gördüğü bu güzelliği, hiç düşünmeden, sadece gözlerine ilişip geçiveriyordu. Onun için bu sıradan bir görüntüydü. Bu günkü bu farklılığının temelinde ne olabilirdi ki? Kendisi de bilmiyordu.
Baktıkça güzelliklerin farkına varıyor, düşünce deryasında kulaç atıp duruyordu. Çam ağaçlarının göklere uzanan kolları, güneşe daha yakın olma isteklerinden mi kaynaklanıyordu? İçinden, şunların altında biraz oturayım, etrafı seyredeyim, diye geçirdi. Gidip ağacın altına oturdu. Ormanda yalnızlık içinde kalıyormuş hissiyle derin nefesler aldı peş peşe. Tekrar gözleri gökyüzüne kaydı. Hava berrak bir billur gibiydi. Hiçbir bulut kırıntısı bile yoktu. Aklına, akşam televizyonda dinlediği, “Bu yüzyılın tam güneş tutulması Antalya, Konya… illerinde izlenecek” haberi geldi. Güneşe tekrar baktı. Daha önce hiç tam güneş tutulması izlememişti. Aslında nasıl bir ortamla karşılaşacağını da bilmiyordu. Belli ki, bugünün güzellikleri devam edecekti.
Oturduğu yerdeki yemyeşil çimenlere, yabani otlara kaydı gözleri. Taze ot kokusunu özüne kadar hissetti. İştahı kabardı.
Katkısızdı. Allahın verdiği bu nimet bozulmamıştı diğerleri gibi. Kopartıp yemek istedi. Eli ota uzandı. Bu arada acı bir korna sesiyle irkildi. Kafasını kaldırdı. Şehrin ortaysındaydı. Kalabalık ve gürültü devam ediyordu. Oturduğu yer mütevazı bir bahçeydi. İnsanlar bu yoğunlukta otursun, tabiiliği unutmasın, diye belediye tarafından yapılmıştı. Ota uzanan elini hızlıca geri çekti.
Hayatın gerçeklerinin içinde olduğunu hatırladığında, yapılacak işleri aklına geldi. Bir an önce yapmalıydı sonra uygun bir yerde güneşin tutulmasını izleyecekti. Bir daha göremeyeceği bu olayı doyasıya izlemesi gerekiyordu. Televizyonlar, bu müthiş olayı izlemek için dünyanın akın akın Türkiye’ye geldiğini, Antalya ve Konya’daki otellerin dolduğunu haber veriyordu. İşte elinde fırsat vardı. Konya’daydı. En uzun tutulma Konya’dan izlenecekti…
Evet evet kalkmalıydı. Bir an önce işlerini tamamlayıp güneşin tutulmasını izlemeliydi.
Yürüdü. Güzellikleri bırakıp şehrin gürültüsünde kaybolmak çok hoş değildi. Ama buna mecburdu. Hülyalarla hayat olmuyordu. Şehrin ana caddelerinde kalabalığın içinde kayboldu.
Her marketin önünden geçerken camlara alelade yazılarla yazılmış ilanlar göze çarpıyordu. “Güneş gözlükleri gelmiştir.” Güneş tutulması sırasında çıplak göle izlememek gerektiğini günlerce duymuştu. İçinden gözlük almak geçti. Ani bir kararla dükkânın birine girdi. Aldığı gözlüğü öylesine inceledi. Sıradan bir şeydi. Verdiği paraya acıdı. İçinden “Bu kadar para yazık! Herkes fırsatçı olmuş.” dedi. Aldığı gözlüğü cebine koyup yoluna devam etti.
Bir işi kalmıştı: Oğluna verdiği sözü yerine getirmek için önceden tanıştığı bilgisayarcıya gitti. Kapıdan girince dükkân sahibi ayağa kalktı. Güler yüzle karşılayarak yer gösterip oturmasını istedi. Gösterilen yere oturdu. Karşısında nur yüzlü, uzunca sakallı, gözlerinin içi gülen, hayat dolu, yaşı ilerlemiş pırıl pırıl, birisi oturuyordu. Önemli bir mevzunun ortasına geldiğini anladı. Dükkân sahibi tanıştırmak için:
- İbrahim Hocam, dedi.
Dönüp:
- Bu ağabeyimiz de Ali Osman.
İbrahim Hoca:
- Merhaba, dedi.
Ali Osman konuşulanları dinledi.
İbrahim Hoca konuşmasına devam etti:
- Güneş tutulması konusunda yeterli bilgiye sahip olmayanlar ileri geri konuşup duruyorlar. Allah’ın ayetlerinden biri olan güneş, alışılmışın dışında bir durumu bize yaşatacak.
Hz. Peygamber, bu olayda nasıl davranmamız gerektiğini, kendisi de bizzat yaşayarak gösteriyor Hz. Peygamber (s.a.v), oğlu İbrahim vefat ettiği zaman üzülmüştü. Aynı gün güneşin tutulmasıyla bazı insanların, güneşin de Hz. Muhammed'in üzüntüsüne ortak olduğunu öne sürmesi üzerine, Allah’ın elçisi şöyle buyurmuştu: "Şüphesiz güneş ve ay, Allah’ın ayetlerinden iki ayettir. Herhangi bir kimsenin ölümü veya dünyaya gelmesi yüzünden tutulmazlar. Siz onların tutulduğunu gördüğünüz zaman, tutulma sona erinceye kadar namaz kılınız ve dua ediniz."
Hz. Ebû Bekir (ra) şöyle buyurmuştur: Bir kere biz Rasûlüllah (sav)'ın yanındaydık, derken güneş tutuldu. Peygamberimiz kalktı, mescide girdi, biz de girdik, bize güneş siyahlıktan sıyrılıncaya kadar iki rekât namaz kıldırdı.
Ali Osman’ın ilgisi daha da arttı. Sanki bunları hiç duymamıştı. İçinden kendi kendine kızdı:
- Dünyanın her yerinden akın akın Türkiye’ye gelmeyi birinci haber yapanlar, Müslüman’ın neler yapması gerektiği konusunu hiç haber yapmazlar. Bari son haber olarak verin de ne yapacağımızı bilelim.
Gözlerini hiç ayırmadan İbrahim Hoca’yı dinlemeye devam etti.
Çaylar yudumlanırken İbrahim Hoca’nın konuşması devam etti:
- Güneş ve ay tutulması, zelzele, hortum, afat, sel ve salgın hastalıklar gibi tehlikeli ve korkulu hallerde, bütün olayları kâinatı yoktan var edenin kudretiyle olduğu için, namaz kılmak, uzun sureler okuyarak rükû ve secdedeki tesbihatı çoğaltarak, bu namazı uzun tutmak sünnettir. Peygamberimiz (sav), “Bu gibi korkunç halleri görünce namaza koşunuz!” buyurmuşlardır. Rabbimiz, yaşadığımız şu dünya hayatında bize ahiret gününün geleceğinden tekrar tekrar haber verir. O büyük günün geleceğine dair birçok örnekler sunmuştur: Gecenin gelişi, sonbaharın oluşu, her canlının mutlaka bir gün ölüşü, her şeyin fani olduğunu gösterir. Güneşin doğuşu ile sabahın oluşu, ilkbaharla kâinatın yeniden canlanması, yeniden dirilmenin küçük birer numunesi olduğunu bize daima hatırlatır.
Dükkân sahibi, zaman zaman “Çok doğru söylüyorsun.” diyor ve tasdik etmek için başını sallıyordu. Konuşmanın arasına girip:
- Elli dört yıl sonra olacakmış, dedi.
İbrahim Hoca söyleneni pekiştirmek istercesine konuşmasını sürdürdü:
- Bir daha yaklaşık altmış yıl sonra görülecek olan güneş tutulması da, kıyamete yakın güneşin de bir gün ışığının solacağının, onun da öleceğinin haberini bize hatırlatıyor. Kıyamet Suresi’nde bu manzara gözler önüne seriliyor: "Göz kamaştığı, ayın tutulduğu ve güneş ve ayın bir araya getirildiği zaman! İşte o gün insan kaçacak yer nerede der?"
Rabbimiz bu ayetle o günün geleceğinin haberini verir. Bulunduğumuz zaman diliminde kıyamet sahnelerinden birini sergileyecek. Güneş tutulması, yani güneşin ışığının bir şekilde söndürülmesi, çok büyük ve yürekleri korkudan titretecek bir olay. Kur'an- ı Kerim'de Kıyamet suresinde dünyanın son gününde olacak bir olayın temsilini bizim gözlerimize gösterecek. Allah’ın ayetlerinden iki harika varlık olan güneş ile ay, gökyüzünde bunu bize gösterecekler. Bu büyük ve kıyameti hatırlatan olay karşısında mümince bir tavır sergilememiz gerekir. Bize yakışan, o olayı gerçekleştiren Rabbimizi hatırlayıp O'nun şanını yüceltmek, O'nu en güzel kelimelerle övmektir. Bunun dışındaki her türlü davranış gaflettir. Yoksa caz müzikleriyle çılgınca, gaflet içinde kutlamak ya da sıradan bir olaymış gibi umarsız davranmak hiç değil…
Ali Osman, İbrahim hocanın anlattıklarını artık duymuyordu. Kıyamet ve güneş tutulması arasındaki bağda düğümlenmişti. Daldı gitti. Kıyamet böyle mi olacak acaba, diye defalarca sordu kendine. Cevabını bulmak istemedi. Her şeyin sahibi yaratıcıydı. En güzelini o bilirdi. Sistemi kurduğu gibi bozabilirdi. Güneş olmazsa? Sorusuyla oturduğu yerde kalakaldı.
Tazelenen çaylarla kendine geldiğinde gözleri saate gitti. Bir hayli ilerlemişti. Oğlunun istediklerini alıp dükkândan çıktı.
Caddeler kalabalıktı. İnsan seli oradan oraya akıp gidiyordu. Avare dolaşanların dışında hepsinin hedefi vardı. İnsanın da hedefi olmalıydı. Güneşin de, ayın da…
Saat 12, 30…
Artık güneş, ayın arkasına saklanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş ışığını kaybediyor, alacakaranlık bir görüntü ortaya çıkıyordu. İnsanların çoğunun gözünde özel yapılmış gözlükler, güneş ve ayın oyununu seyrediyordu.
Ne müthiş bir görüntüydü! Hilalin değişik şekillerine girdikten sonra güneş adeta yok olmuştu. İnsanların duygularını da alt üst edip ürpertiyordu.
Bir durgunluktu yaşanan. İliklere kadar sızan bir soğukluk, ürpertici ve yakıcı… İnsan, can havliyle kurtuluş düşünür o anda. Çünkü hayat tatlıdır, bu dünyadan kopma, düşünceleri hallaç pamuğu gibi atmaktır. Birden gündüz bitmiştir. Hayatın sonu gibi belki… Karanlık bastırıp gündüzü boğmuştur, tüm güzel renkleri yok etmek ya da hıncını almak için… Boşluk vardır sadece, karanlıklar içinde çok net görülemeyen. Ve kuşlar oradan oraya çaresizlik içinde kanat çırpar. Güzellikler çağrıştırmayan bir sessizlik, bütün kasvetiyle çöker, boğar insanın duygularını. Bütün yaratılmışlar bu tarifi zor renksizliğe gömülür ve kaybolur. Düşünceler farklılaşır. Uçsuz bucaksız dünyanın sonu varmış, düşüncesi bir elektrik akımıyla geçer zihinlerden. Ve bir teslimiyet çaresizlikten… Korkunun kokusu yayılır her bir yana. . . Sorgulayıcı ve azabı hatırlatıcı…
Gündüzün ortasında geceyi yaşamak ne kadar zordu! İnsanın içindeki korkular dışa yansıyordu. Artık her şey durmuştu. İnsanlar… kuşlar ve zaman… İçinden “Yoksa kıyamet?” diyecek oldu… Sözler boğazında düğümlendi.
Ön tarafta dikilen bir kadının yanındaki çocuk sıkıca annesinin eteğine sarılmış ağlamaklı bir sesle soruyordu:
- Anne korkuyorum. Şimdi gece mi oldu? Güneş doğmayacak mı?
Annesi çocuğunu sakinleştirmek için ürpertici bu havanın etkisinden kurtulmak istiyordu. Aslında kendisi de ürpermişti. Nasıl etkilenmezdi; öğle vakti şehrin ışıkları yanmış, trafikte araçlar farlarını yakmıştı. Apartman dairelerinin ışıkları birer ikişer yanmaya başlamıştı.
Çocuğunu kucağına aldı:
- Yok, yavrucuğum korkma! Birazdan geçer. Her yer aydınlık olur. Güneş şimdi çıkacak, diyordu.
Ali Osman güneşi izledi bir süre. Arkadan sanki başka âlemlerden bir ses işitmişçesine irkildi: “Bu olay, elli dört yıl yaşanmayacak. Ne duruyorsun? Namaz kıl namaz. Bir daha sana nasip olmayabilir?”
Aslında böyle bir ses yoktu. Daha önceden dinlemiş olduğu İbrahim Hocanın söylediklerinden etkilenerek böyle olması gerektiğine karar vermişti.
Koşar adımlarla yakındaki camiye yöneldi. Karanlığın ortasında, biraz önce çocuğun söylemiş olduğu “Güneş doğmayacak mı?” sorusu zihninde…
Ya doğmazsa?
Nurun ortasında zulmeti yaşayanlar gibi aydınlığın ortasında gece…
Ya doğmazsa? Ya doğmazsa?
Yazar: Duran Çetin (Yazar hakkında için tıklayın) Eser: Sana Bir Müjdem Var, Beka Yayınları,2006 (Kitabı temin için tıklayın) |