Akşamın ilk karanlığıyla, gün yuvasına dönüş hazırlıklarını yapıyordu. Evdeki telaş annenin yüzünden yansıyordu. Baba daha sakin bir tavırla hanımını rahatlatmaya çalışıyordu. Bütün gayretlerinin boşuna olduğunu anlaması çok uzun sürmedi.
İşin aslı, kendisi de içten içe tedirginlik yaşıyordu. Bu vakte kalmaları hiç uygun değildi. Başlarına istenmeyen bir şey gelse; ne yapacaklardı? Kimden yardım isteyecek, kim yardım edecekti?
Kimseler kalmamıştı görünürde. Herkes evine çekilmiş, akşamın karanlığının şerrinden uzaklaşmıştı. “Ben defalarca dedim, akşam gün batmadan eve dönün diye. Şunların yaptıklarına bak. Bunlar adamın ömrünü bitirirler…” diye söylendi.
Akşamın bakır rengi kaybolup geceye kurşunî hava ağırlığını koydukça yüzlerindeki ifadeler daha karışık ve daha anlaşılmaz hale geliyordu. Tedirginlik, telaş ve endişe içlerini kemiriyordu. Anne, bir içeri bir dışarı girip çıkıyor, arada bir “Ya başlarına bir şey geldiyse?” diyerek kocasından çözüm istiyordu. Defalarca tekrar eden bu soru karşısında adamın tek söylediği: “Kazık kadar adam oldular, bir şey olmaz.” sözleriyle karısını sakinleştirmeye çalışıyordu.
Karısının kendisini vurdumduymazlıkla itham etmesi canını sıkmıştı. Dayanamadı. “Bu kadarı da olmaz ki!” dedi. “Sanki sadece senin çocukların” diyerek ayağa fırladı. Kapının eşiğinde dikilen karısına doğru yürüdü. Karısı, kocasının yaptığına bir anlam veremedi. Sinirlenmesini gerektirecek bir şeyin olmadığını düşünüyordu. Kendisi içerdeydi ama kulakları dışarıda duyacağı bir sesin peşinde… Belki de ne dediğini bile düşünmemişti. Kocasının kızgın bir boğa gibi öfkeli yüzünü burnunun dibinde görünce, ne diyeceğini bilemedi, ürkek gözlerle baktı…
Bu sırada minareden yayılan yatsı ezanı odanın sessizliğini bozdu. Kocasının hiddetli bakışları eyleme dönüşmeden karısının gözlerinde eridi. Birkaç kez yutkundu. Yüzündeki öfke ifadeleri kayboldu. “Hiç böyle yapmazlardı!” dedi hafif bir sesle.
“Namazlarımızı kılalım; gelmezlerse aramaya çıkarız.” diyen kocası abdest için odadan çıktı.
Yatsı namazını kıldıktan sonra kadın, babasından kalma fanusu eline alıp dışarıya çıktı. Baba da akşamları yanından hiç eksik etmediği, iki büyük pille çalışan el fenerini yanına aldı.
Sokaklar zifiri karanlıktı. Uzaktan gelen köpek ulumalarına, yakınlarından cevap veren köpeklerin ulumaları karışıyordu. Köyün üzerine korkutucu köpek ulumalarının yankısı düşüyordu. Köpek sesleri ve yankıları birbirine karışıyor, çoğaldıkça çoğalıyordu.
Birkaç dakika sonra köyün dışına çıkmışlar, tedirginlik içinde yürümeye devam ediyorlardı. Hiç konuşmuyorlar, bir şey olmasından korkuyorlardı da söylemekten çekiniyorlardı.
Köyden uzaklaştıkça yükselen köpek ulumaları daha afakî şekilde geliyor ve karşı kayalıklarda yankılanıyordu. Dalgaların hışırtısı daha derinden ve uzaktan duyuluyordu. Gölün üzerinde bir karanlık kuşağı uzanıyor, gözler hiçbir şey görmüyordu. Göle yaklaştıkça dalgaların kıyıları yalayan gelgitlerinin sesleri daha da çoğalıyordu. Çok uzaklarda kalan köpek ulumalarının yerini durmadan çoğalan kurbağa sesleri alıyordu. Sanki “buralar bizden sorulur” der gibiydiler. Bir birleriyle yarış içindeymiş gibi çeşit çeşit, kısa süreli, ya da uzun, kademeli sesler çıkarıyorlardı.
Bu arada gölün yosun kokulu serin havası burunlarında bitti, yüzlerine yapıştı. Gecenin serinliği… Kurbağa sesleri… Dalgaların hışırtısı… Gölün üzerine çöken kasvetli hava… İçlerindeki korkuyu hiç eksiltmemiş, aksine ürpertilerini artırmıştı.
Cam fanusun içindeki gazla yanan, adım attığı yeri ancak aydınlatan idare ile ağır aksak gölün kenarına kadar geldiler.
Anne ve baba durmadan çocuklarını isimlerini bağırdılar.
“Yakup!”
“İlyas!”
Sesler, gecenin karanlığında karşı kayalara çarparak kayboldu.
Bu alaca karanlık kuşakta, ince ayarı yapılmış bir dürbün gibi uzakları gözetleyen gözleri de görülemeyen ufuklarda tükendi. Baba elindeki feneri yakıp söndürmeye devam etti uzunca bir süre. Bekledikleri cevabı alamadılar…
İçlerindeki şüphe duyguları büyüdükçe büyüdü; erişilmez dağlar gibi heybetiyle düşünce deryalarını kaplayarak iç dünyalarını kilitledi.
Rüzgârın karşıdan esmesi, seslerinin uzaklara gitmesini engelliyordu. Kulaklarına kurbağa sesleri ve dalga hışırtısından başka bir şey ulaşmıyordu.
“Yakuuuup!...”
“İlyaaaas!...”
Eğer çocuklarının başına bir hal geldiyse ne yapacaklardı? Birbirlerini mi suçlayacaklar, yoksa kader mi diyeceklerdi?
Yakup ile İlyas sabah vakti çıkmışlardı evden. Hemen hemen her gün aynı saatlerde evden çıkıyorlar, akşam güneşin batma zamanında eve geliyorlardı. Gerçi bazen öğle ile ikindi arasında evde kalıp tekrar döndükleri de oluyordu. Bu gün böyle olmamıştı. Çoktan dönmeleri gerekiyordu ama hâlâ yoklardı.
Yakup büyüktü. Büyük dediysek; birkaç yaş daha fazla. Eve katkıda bulunmak için gölde balık avlıyorlardı. Bu sabah erkenden gittiklerinde yüzlerce metre uzunluğundaki ağlarını kayıkla toplamışlardı. Ağlarında oldukça fazla balık çıkması, kardeşleri sevince boğmuştu.
Tuttukları balıkları öğle vaktine yakın bir zamanda alıcısına teslim edip tekrar ağlarını göle bıraktıkları yere geri döndüler. İkindiye kadar ağlarının temizliğiyle ilgilendiler. Balığın daha çok çıkacağını düşündükleri yeri kararlaştırdılar. Ağlarını suya sermeyi düşündükleri zamanda hiç beklemedikleri bir rüzgâr peydahlandı.
Ağlarını göle güzel bir şekilde atamayacaklarını anlayınca, belki rüzgârın hızı azalır, diye akşama kadar beklediler. İlyas’ın “Geç kalmayalım, evden merak ederler.” sözüne, ağabeyi Yakup kendi delikanlılığını ortaya koyan türden bir cevap veriyordu: “Biz kocaman adam olduk, daha da mı merak edecekler?”
Durum istedikleri gibi gitmedi. Rüzgârın hızını kesmesi uzun zaman aldı. Karaya çok uzak mesafede olmaları, gelmelerini de engelledi.
Bir ara ağları atmadan karadan köye dönmeyi düşündüler. Karanlıkta kayalıklardan yürümenin tehlikeli olabileceğini düşündüler ve köye dönmekten vazgeçtiler. Nihayet ağlarını ertesi gün için suya bıraktıklarında, gecenin soğuk karanlığında sadece kıyılardan gelen kurbağa ve dalgaların kıyıları dövdüğü sesler duyuluyordu.
Ağlarını atıp bitirdiklerinde karşı kıyıda beliren gecenin karanlığında pörsümüş, fersiz yankılanan ışıkları görmüşler, kendilerini aramaya geldiklerini tahmin etmişlerdi.
İlyas “Ben sana demiştim; bak işte babam geldi. Şimdi bize ne kadar kızacak!” dedi.
Yakup hiç cevap vermedi. Kibrit istedi işaret vermek için.
İlyas, “Dinlendiğimiz yerde kaldı.” deyince tekrar sessizliğe gömüldü Yakup. Daha erken dönmesi gerektiğini düşündü için için. Anne babasının oralara kadar gelmelerine gönlü razı olmadı. Kendilerine nasıl kol kanat gerdiklerinin farkındaydı. Ama büyüdüğünü düşünerek kendilerini aramalarının gereksizliğine inandı ve kendi kendine söylendi: “Ne var da geliyorsunuz sanki? İşte geliyoruz…”
Baba ve ana yüreğinin hissettiklerini elbete anlayamazdı. Çoluk çocuk sahibi olduğunda bu duyguların ne demek olduğunu anlaması çok zor olmayacaktı, ama zamanı vardı.
Kendilerini boşlukta hisseden duygularla durmadan asıldılar küreklere. Esen hafif rüzgâra karşın kan ter içinde kalmışlardı…
Anne ve baba da haklıydı. Bu iş delikanlılığa gelmezdi. Bunların yaşlarındaki akrabalarının oğlunun başına gelenler endişelerini kamçılıyordu. Çok kısa bir süre önce kayıktan ağlarla birlikte göle düşerek hazin bir son yaşamıştı. Şakaya gelir tarafı bulunmayan bu gidişin dönüşü yoktu.
Yakup ve İlyas kendilerini çağıran sesleri duyacak menzile geldiklerinde, kıyıda bekleyenler hâlâ onların gelişinden habersizdi. Gökteki bulutlar gölün yüzeyinde oluşacak yakamozları engelliyordu. Hem kürek çekiyorlar hem de seslerini duyurmak için bağırıyorlardı.
Çocuklarının seslerini duyan anne ve baba oldukları yere sessizce çöktüler. Karma karışık duygularla beklediler. Kavuşmayı, sarılmayı, yaşadıkları duygulardan uzaklaşmayı hayal etti anne.
Çocuklar kıyıya ulaştıklarında, anne ve babası onlara doğru koştular. Dört kişi birbirine sarılarak bir sevgi yumağı oluşturdular.
Sevginin sıcaklığı yükseldi semalara. Gecenin serinliğini ısıttı. Karanlıkta görülmeyen annenin gözyaşları aktı. Mutluluk gözyaşlarıydı bunlar. Baba hiçbir şey demedi; söyleyeceklerini eve sakladı. Gözünde beliren yaşları hiç göstermedi.
Yazar: Duran Çetin (Yazar hakkında için tıklayın) Eser: Sana Bir Müjdem Var, Beka Yayınları,2006 (Kitabı temin için tıklayın) |