Sevgili çocuklar!.. Anlattığım hikâyelerin çoğunda fırsat buldukça, canlılar Dünyası'nın en çalışkan üyesi karıncalardan söz etmişimdir. İşte bu yazımda size, karıncalarla ilgili hikayemi sunmadan önce, bu minik fakat son derece çalışkan canlılar hakkında ilginç bilgiler vermek istiyorum:
Sizin de sık sık gördüğünüz gibi işleri sürekli çalışmak olan karıncaların yaşayışı, sosyal bir düzen içinde bulunan insan topluluklarına benzer. Çalışma düzenleri, balarılarını anımsatır: Onlar gibi aralarında, sosyal iş bölümü kavramı vardır.
Karıncalar, tıpkı insanlar gibi, toplu halde yaşamlarını sürdürürler; aralarında kent barınakları gibi yuvalar kurmuşlardır. Her bir karıncanın yapmakta olduğu değişik işi ve mesleği vardır. Bunlardan kimisi, küçük karıncaların bakıcısı ve terbiye edicisidir; Bâzı karıncalar, ülkelerini koruma göreviyle yükümlü asker karıncalardır; Bir başka türleri temizlik işleriyle uğraşırlar. Amelelik yapanlarıysa yuvalarına durmadan yiyecek taşırlar.
Sevgili çocuklar!.. Şimdi size söyleyeceklerime sanırım çok şaşacaksınız; Karıncalar içerisinde, çiftçilik yapanları bile vardır; yer altında yaptıkları barınaklarında, sağım işinde kullandıkları bir tür böcekleri besledikleri ağıl ve mandıralar kurarlar; Bu böcekleri koyun ve inek gibi sağarak tatlı bir sıvı elde ederler. Bu sıvı onlar için çok hoşlandıkları bir besin kaynağıdır.
Karıncalar da tıpkı balarıları gibi üç türden oluşmuşlardır; Her birinin durumu ayrı bir özellik taşır: Kraliçe karınca, yuvadaki karıncaların anasıdır. Başlıca görevi yumurtlamaktır. Erkek karıncaların bir bölümü işçidir. Görevleri yuvaya yiyecek taşımaktır; Bir bölümü de yuvalarını koruma görevi yapar; Bunların çeneleri çok güçlüdür. Düşmanlarıyla kıyasıya savaşırlar.
Zarkanatlı böceklerin arasında yer alan karıncaların gövdesi, bütün böceklerde olduğu gibi, üç bölümden oluşmuştur: Baş, göğüs ve gövdeyi dıştan saran iskelet... Baş bölümünde beyin, bir çift göz, ağız ve duyargalar vardır. Duyu organı, dokunma ve koku almaya yarar; yuvalarını bu organla tanır ve bulurlar. Her karınca yuvasının değişik bir kokusu vardır.
Karıncaların gözleri, bir çift göz görünümünü vermekteyse de, bunlar birçok gözcüklerin birleşmesinden oluşmuşlardır. Kraliçe'yle erkek karıncalar, ayrıca üç normal gözle yaratılmışlardır. Bu yüzden, bunların görmeleri, işçi karıncalardan birkaç kat daha güçlüdür.
Karıncaların güçlü ve keskin olan çeneleri, yanlara doğru açılır ve kapanır; Tıpkı bir makas gibi ağızlarıyla yaprakları parçalayabilirler. Küçük karıncalar, katı besinleri yiyebilirlerse de, ergin karıncalar, bunları yiyemezler. Ancak bu katı besinleri ağızlarında sıkıp suyunu içerler.
Bütün böceklerde olduğu gibi, bu küçük yaratıkların da göğüslerinde, eklem durumunda, üç çift bacak gelişmiştir. Her bacaktaki son eklem, bir çift tarağı andırır; karınca, bununla vücudunu tarar ve temizler.
Karıncalar, çok hızlı yürür ve koşarlar. Kraliçe ile erkek karıncalar kanatlıdır. İşçi karıncaların kanadı yoktur.
Bu küçük canlıların iki tür midesi vardır: Birisi kendinin, öteki de toplumun hizmetindedir. Karıncanın kendi hizmetinde olan midesi, aldığı besinleri sindirerek ondan yararlanır; Toplumun hizmetinde olan midesi, besinleri biriktirir; gerektiği zaman bu ortak organı sıkıştırarak besinleri, damla damla geriye, ağzına doğru akıtır; öteki karıncalar, bu sıvı besini emerek karınlarını doyururlar.
Karıncaların pek çok türü sokmak nedir bilmezler. Bâzı tür karıncaların da hiç şakası yoktur, sokar ve zehir akıtırlar. Meksika yerlileri, zehirli bir tür karıncayı, düşmanlarına karşı silah olarak kullanırlar. Orta Amerika'nın sıcak kesiminde, ormanlık bölgelerde yaşayan "karıncayiyen" adlı bir canlı, karıncaların en amansız düşmanlarındandır; dişsiz memeliler türünden olan, "karıncayiyen"in ağzında uzun ve yapışkan bir dili vardır. Bununla karıncaları toplu halde yakalar.
Afrika ve Güney Amerika'da yaşayan çok yırtıcı ve amansız bir karınca türü olan ''Ordu karıncaları''nın gözleri görmezse de, büyük, küçük ayrımı yapmadan her tür canlıya saldırmaktan çekinmez. Bu bölgelerin insanları bile bunlardan çekinirler. Bunların saldırısını önlemek için, çevrelerinde sürekli ateş yakarlar. Bu canavar karıncalar, fırsat buldukça köylere de saldırırlar; Bunların şerrinden evlerini, köylerini terkeden insanlar, döndüklerinde, ortada tek bir böceğin bile kalmadığını görürler: Fareden yılanlara varıncaya kadar, ne kadar canlı varsa, bu yamyam karıncalar tarafından yokedilmişlerdir.
Yurdumuzda yaşamakta olan karınca türlerinden, bugüne kadar hiçbir kimsenin önemli bir zarara uğradığı görülmemiştir. Üstelik bu tür karıncalar, toprak ürünlerine zarar veren böceklerle beslendikleri için yararlı bile sayılırlar.
***
Sevgili çocuklar!.. Şimdi size karıncalarla ilgili bir hikaye sunmak istiyorum:
Ali, köylerinde fakir bir ailenin çocuğu idi. Henüz, bir yaşındayken babasını yitiren küçük Ali, bir süre anacığıyla yoksulluğun tasasını çekmişler; acılarını paylaşmaya çalışmışlardı. Ne var ki anacığı, yoksulluğa daha fazla dayanamamış; kocaya varıvermişti.
Ali'nin babalığı Recep, köylerinde çobanlık yapıyordu. Ali, ilkokulun beşine geçtiği sırada, Recep, üvey oğluna yardımcısı gözüyle bakmaya başlamıştı. Bu yüzden onu sık sık yanında sürüyü otlatmak için yaylığa götürüyor; ona davar güttürüyordu. Oysa küçük Ali’in gözü ve gönlü, okulu ve derslerindeydi.
Babalığı Recep, birgün yine, sürüyü küçük Ali'ye teslim etmiş; köy kahvesine gitmişti. Kahvede otururken bir ara, yan masada oturan yabancı adamın konuşmasına kulak kabarttı: Yabancı, çevresinde toplananlara şöyle diyordu.
– Bizim patrun gasabadaki iş yerine yeni işçiler alacak!.. Böyüğe on, güççüklere beşer gayma gündelik verecek... İçinizdee benimlen gasabaya gelmek isteyen var mı?!.
Bu konuşma Recep'in ilgisini çekmişti. ''Aydan aya üçyüz gayma ha!.. Çok eyi bi para...'' Diye kendi kendine mırıldanan Recep, düşüncesini sürdürdü: ''Güççüğe de beş gayma dedi sanırım.... Essahsa!.. Heç de yabana atılır gibi deel!.. Benim çobanlıkta yıldan yıla alacağım hak, topu topu üçyüz gayma... Bizim Ali bu işte çalışırsa iki ayda bu parayı alacak!..''
Recep'in yüzünde gülücüğün yelleri dolaşırken yabancının bulunduğu masaya doğru yönelerek konuştu:
– Hemşerim!.. sözünü ettiğin nasılca bir iş?! Yanlış duymadımsa, büyüklere on, güççüklere beşer gayma ücret verilecek dedin sanırım, öyle mi?!.
Yabancı adam, Recep'in sorusunu cevapsız bırakmadı:
– He ya!.. yanlış duymadın; verilecek ücret, dediğin gibi... gabul edenleri toplayıp gasabaya götürecem... Gasabada yağ çıkaran bir işyerinde çalışacaklar...
Recep kararını vermişti. Kısmet otururken ayağına gelivermişti. İşçi toplayan adama dönerek konuştu:
– Bizim oglanı çalıştırmak istiyom da...
– İyi öyleyse... al çoçuğu yanıma getir. Gasabaya götüreyim...
– Şu an burada deel... Dağda davar güdüyo... Ancak akşam üstü eve döner.
– Ben topladığım işçilerle hemen gasabaya dönecem. Sana iş yerinin adresesini verem, yarın çocuğu al gasabaya getir...
İşçi toplayan adamdan, iş yerinin adresini alan Recep'in keyfi yerindeydi. Akşam Ali'nin sürüyle köye dönüşünü bekledi. Ali dağdan dönüp de sofraya oturdukları zaman, ilk kez, babalığını güleç yüzle gören Ali, şaşkın bakışırken Recep, konuyu açarak kestirip attı:
– Yarın erkenden yola çıkarız; Ben gelinceye kadar sürüye öteki çobanlar göz kulak olur. Çalışacağın iş yerinde her gün alacağın beş gayme bu zamanda çok iyi para... Bundan kellim darlıktan gurtulacağız dimektir bu!.. Gazancını çarçur edeyim deme sakın... Patrunun da gözüne girmeğe bak. Gendini işe iyice verirsen Patrun gündeliğini daha da artırır.
Ali, babalığının bu sözlerini hiç sesini çıkarmadan dinledi. Ne var ki, içine çöken hüzün buğulu gözlerinde açıkca okunuyordu.
Ali, ertesi gün ayçiçeği yağı çıkaran işyerinde göreve başlarken, babalığı Recep, köyünün yolunu tutmuştu; Neş'eli mi neş'eliydi. Bu durum keyifle söylediği türküden de açıkça belli oluyordu. İşe başlayan küçük Ali'nin yüzü soluk, yüreği ezikti. Bakışlarında anlamsız bir donukluk vardı. Bir türlü, kendini çalıştığı işe veremiyordu. Ali'nin aklı, sürekli, okulu ve derslerindeydi. Ayçiçeği yağı, varillere dökülürken çıkardığı sesleri, açılan kitapların sayfaları hışırtısına benzetiyor; dalıp gidiyordu. Bu yüzden yağ varillerinin dolup taştığını anlayamıyordu. Bu durum, öteki günlerde de yinelenince, işbaşı yaptığının haftasında, çalıştığı iş günlerinin ücreti avucuna sayılarak görevine son verdiler.
Ali, üzgün ve huzursuz köyüne dönerken, babalığının kendisine çok kızacağını ve hırpalıyacağını biliyor; fakat bunların ötesinde, bu durumunun, anacığına baş kakıncı olacağı endişesi onu pekçok tedirgin ediyordu.
Babalığının onu, artık okula da göndereceğini sanmıyordu. Bu yüzden ertesi sabah babalığı Recep: ''yürü!.. Benimle yaylaya davar gütmeye gelecen!..'' diye sert bir dille seslenince, Ali buna hiç şaşmadı.
Alicik, artık dağlarda, sürekli olarak davar gütmeye başlamıştı. Babalığına boyun eğmekten başka bir seçeneği yoktu ki!.. zamanla Recep, sürünün güdümünü tamamıyla üvey oğlunun üzerine yıkmış; her sabah soluğu köy kahvesinde alır olmuştu. Bu yüzden arkadaşları: "Ulan Recep gayli sen de Patrun oldun!..'' diye ona takılıyorlardı.
Küçük Ali, artık dağları kendine barınak edinmiş; beş vakit namazını da kırlarda kılmaya başlamıştı. Yine bir gün öğle vaktiydi. Ali, koyunları sulamak için dere kıyısına indirmişti. Ardından, sürüyü dere kıyısındaki çimenlere salmış otlatıyordu. Küçük çoban, akan derenin suyundan abdestini alarak, öğle namazını kılmak üzere, Kıble'ye yönelip, yüce yaratanın huzurlarına durdu. Namazın ardından da avuçlarını açarak yüce Hak'ka dua ve yalvarışta bulundu. Duasının sonunda da şöyle yakardı: "Allah'ım!..(cc) beni kula kul yapma!.. Okumak istiyorum; Beni bilgisiz bırakma!.."
Duasını bitiren Ali, azık torbasını açarak anacığının hazırladığı yiyeceklerle karnını doyurmaya başladı. Oturduğu yer, dere kıyısına yakındı. Bir ara, küçük çobanın bakışları, dereciğe kaydı. Akan derenin suyu, hafif şırıltı sesleri çıkarıyor; Akıntıya kapılmış bulunan ot kökü, saman çöpü, kimi yerde kurulmuş köprüleri andırıyordu. Bu çöp taneciklerine biraz daha dikkatle bakan Ali, saman çöplerinden birisinin üzerinde, küçük bir karıncanın çırpınmakta olduğunu gördü. Ağzında da bir buğday tanesi vardı. Karınca, durmadan çabalıyor; sık sık hamle yaparak kıyıya ulaşmaya çalışıyordu.
Küçük çoban, o anda kendisini, saman çöpü üzerinde çırpınmakta olan karıncanın durumunda hissetti. Bir anda içi burkuluverdi. Küçük karınca, bıkmadan usanmadan atılım üzerine atılım yapıyor; boğulma tehlikesine rağmen, kıyıya erişmeye çalışıyordu. Ali, uzunca bir süre karıncanın davranışlarını izlemekten kendini alamadı. Küçük karınca, sonunda bu çabalarının sonucunu almış; güç de olsa kıyıya çıkmayı başarmıştı. Küçük çobanın yüreği bir hoş oluvermişti; kıyıya çıktıktan sonra, ağzında buğday tanesiyle yürümeye çalışan karıncayı, bakışlarıyla okşarken Ali:''Bir tek karıncasından bile vazgeçmeyen yüce yaratan, elbet de ben kuluna da sahip çıkacaktır." Diye düşünmeden edemedi; sonra da başını gökyüzüne kaldırarak avuçlarını açıp yeniden dua etti: ''Allah'ım (cc)!.. bana da şu küçük karıncana verdiğin kadar olsun güç ver!.. Senin herşeye gücün yeter!..''
Küçük çoban, duasını bitirdikten sonra çevresine bakındı. Sürü, geniş bir alana dağılmış bulunuyordu. Onları çevirerek biraraya getirdi. O anda da kulağına hafif sesler gelir gibi oldu. Biraz sonra, bu sesler, daha belirgin olarak duyulmaya başlamıştı. Dere boyu yatağından, kendisine doğru gelenler olduğunu da algılamıştı. Bunlar, biraz daha yaklaşınca, gelenlerin okul arkadaşları olduğunu gördü; başlarında da öğretmenleri vardı. Tabiatla ilgili derslerini uygulamak üzere, canlı ekrandan yararlanmayı düşünmüş ve buralara gelmiş olmalıydılar.
Ali, öğretmeni ve arkadaşlarını karşılarken sevinç ve hüzünü aynı anda yaşayıvermişti. Öğretmeninin elini öperken, duygusallığı daha da artmış ve mahzunlaşıvermişti. Arkadaşlarıyla da kucaklaşmanın ardından, dere kıyısında oturup sohbet ettiler. Ali, arkadaşlarından okul ve dersler hakkında bilgiler edindi. O da dağdaki yaşayışı hakkında açıklamalarda bulundu. Birara, öğretmeni Ali'ye şunları dedi:
– Senin okul ve öğretime karşı ne kadar istekli olduğunu biliyorum. Okulundan istemeyerek ayrıldığını, ailene maddi katkı da bulunmak için okulu bıraktığını da öğrenmiş bulunuyorum.
Ali, öğretmenini boynu bükük ve mahzun biçimde dinlerken, öğretmeni konuşmasını şöyle sürdürdü:
– Hiç üzülme Ali!.. Senin için ne düşündüm biliyor musun?!. Senin davar güderek çobanlık yapman, öğrencilik yapmanı engelleyen bir durum değil... Sürekli okula gitmen de gerekmez. Davar gütme işini sürdürürken bir yandan da ders çalışma işini sürdürebilirsin. Yarın ders kitaplarını da yanında getir; çalışmaya başla... Ben de sana yardımcı olacağım. Bu yıl beşi okuyordun zaten. Seni, ilkokulu dışarıdan bitirme sınavına sokacağım. Sana güveniyorum. İnşaallah başarılı olursun. Babalığın Recep efendiyle de görüştüm; Senin ilkokulu dışarıdan bitirme sınavına hazırlanman için çalışmalara başlamana izin verdi. Göreyim seni Ali, beni utandırma...
Ali, öğretmeninin bu sözleri karşısında ne diyeceğini bilememişti. Minnet ve şükran duyguları içerisinde küçük çoban, öğretmenin ellerine sarılırken, gözlerinden taşmak üzere olan gözyaşlarının akışına engel olamadı.
Öğretmen ve arkadaşları Ali'nin yanından ayrılırlarken, o, biraz önce dere kıyısında, samançöpü köprüsü üzerinde, yaşama uğraşısı veren küçük karıncayla ilgili olayı yeniden hatırlamadan edemedi. Ağzındaki buğday tanesiyle kıyıya sağlıkla ulaşan küçük karınca, yuvasına varmış olmalıydı. Çok kısa bir süre içerisinde dileğini yerine getiren yüce yaratana karşı içinde oluşan minnet ve şükran duyguları içinde, Ali'nin bakışları dere sularının akışına dalıp gitmişti.
***
Küçük çoban Ali, dağda davar güderken, bir yandan da derslerine bütün gücüyle çalışıyordu. Devre sonu Ali, dışarıdan katıldığı ilkokulu bitirme sınavlarını başarıyla vermiş bulunuyordu. Bunun ardından, öğretmeninin yardımlarıyla katıldığı yatılı ortaokul sınavlarını da kazanan Ali, Başkent'de öğrenimini sürdürmek üzere, yola çıkmaya hazırlanıyordu.
Köyünden ayrılırken, küçük çoban Ali'ye iki şey çok dokunmuştu: Anası ve öğretmeninden ayrılmak...
Küçük çobana artık ilim yolunun kapıları aralanmış; yüce yaratanın izniyle, Ali'nin önünde geleceğin mutlu dünyasına geçit verecek köprüler kurulmuş; dizi dizi sıralanmış bulunuyordu.
Dünün küçük çoban Ali'si, bu köprülerden birer birer geçecek, akıp giden zamanın yollarında, gönlü yüce yaratan'ın sevgisiyle dopdolu olarak, amacına hızla ilerleyecek, âilesi, yurdu ve tüm insanlığa yararlı olmak için çalışacak, çalışacaktı. Belki o da birgün, başka değerler için sebep köprüleri olacak; en azından, küçük bir karıncanın kurtuluşunu sağlayan samançöpü köprüsü kadar olsun bir geçit aracı olabilecekti.
Otobüs, asfalt yollar üzerinde, nice köprüler aşıp hızla Başkente doğru ilerlerken, Ali de iç dünyasının aydınlık ülkelerine doğru yol alıyor; Geleceğin yaşantısı üzerine mutluluk köprüleri kuruyordu.
Kaynak: Açıkhava Mızıkacıları, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: KuTuL KuLuB
www.hikayearsivi.net