[Diyanetten Hikayeler]
Şimdi sizinle zaman içinde bir yolculuk yapıp yıllar, yıllar öncesine, Millî Mücadele yıllarına kadar uzanalım. İstiklal Savaşı’nı başlatan Kuva-yı Milliye ruhu Ege’nin efe ve kızanlarını ayağa kaldımış, kümeler halinde silahlanıp dağa çıkmalarına sebep olmuştu.
Manisa, Kırkağaç köylerinden dağa çıkanlar arasında yiğitliğiyle gönüllere taht kurmuş, namıyla dillere destan bir kalender Ali Efe vardı. O da bir gün çizmelerini çekip kalpağını başına geçirmiş, mavzerini alarak ailesiyle vedalaşmış, kızanları ile buluşacağı yere doğru yola çıkmıştı. O yerin adını kendisi ve kızanları dışında kimse bilmiyordu. Tam ayağını atının üzengisine basarken oğlu Mehmet yaşlı gözleri ve titrek sesiyle:
– Ne olur babacığım, beni de yanına al. Bak artık büyüdüm. Gideceğin yerde ben de bir işine yararım, seni mahcup etmem, diye yalvarmaya başladı.
Babası dizginleri atın boynuna bırakarak oğluna döndü. Onun, boynunu bükerek yalvarmasına dayanamamıştı. Eliyle oğlunun gözyaşlarını silerken kesin konuştu:
– Bak oğlum Mehmet, sen burada kalacak ve evin tek erkeği olarak üzerine düşeni yapacaksın. Burada annenin ve kardeşlerinin sana daha çok ihtiyacı var. Onları koruyup gözetmek sana düşüyor. Göreyim seni, bana söz ver de gözüm arkada kalmasın.
Mehmet sessizce babasını dinliyordu. Ona hak vermiyor değildi. Söyledikleri doğruydu. Ama kalbinin sesi Ona:
– Haydi Mehmet, vatan için davranmanın vakti-saati geldi. Bak artık büyüdün. Yiğit bir Türk delikanlısı olduğunu kanıtlamanın tam günü, diyordu. Babasının onları eliyle selamlayıp atını mahmuzlaması dalıp giden Mehmet’i kendine getirdi. On iki yaşındaydı ve cin gibiydi. Akranları arasında hem iri yapısı, hem de üstün zekasıyla sivrilmiş, onlara lider olmuştu. Okumayı seviyordu, iyi bir öğrenciydi. Ama ne yazık ki yaklaşan düşman tehlikesi sebebiyle okula kilit vurulmuştu. Zaten artık yaz tatili de gelmişti. şimdi Mehmed’e düşen bağ, bahçe ve tarlada ailesine iş gücü ve yeteneği ile destek olmaktı. Bunun bilincindeydi, ama gönlü efelerin ve kızanların harmanı olan dağlardaydı.
Bir sabah Mehmet her gün yaptığı gibi erkenden uyandı. Acele giyindi. Annesi koyun sağmakla, kızkardeşleri avlu süpürmek ve çiçek sulamakla meşguldüler. Mehmet ahıra girdi, gözü gibi sevdiği, babasının kendisine armağanı olan Fırtına’yı çözdü. Eğerini, koşumunu bağlayıp asılı olduğu duvardan aldığı av tüfeğini de omuzlayarak bir hamlede atına atladı. Annesi ve kardeşleri farkedene kadar Mehmet o hızla köy dışına çıkan yolu tutmuştu bile.
Ondan sonraki üç gün Mehmet için tam bir serüvendi. Akşamdan hazırladığı azık atın terkisinde asılıydı. Çevre dağlarda babasını araştırıyor, karşısına çıkana onu nerede bulabileceğini soruyordu. Kimse bu konuda bir şey bilmiyor, bu yüzden soruları cevapsız kalıyordu. Uzaktan kulağına silah sesleri geliyordu. Besbelli babasının kızanları atış talimi yapıyorlardı.
Mehmed’in işi zordu. Dağ yollarının yabancısıydı. Arada bir babasıyla geldiği olmuştu ama şimdi her yer biribirine benziyordu. Kaç defa aynı yerden geçmiş olduğunu sonradan farketti. Bu gidişle daha çok gezip dolaşacağa benziyordu. Daha şimdiden yorulmuş ve acıkmıştı. Güneş hayli yükselmiş, sıcak etkisini hissettirmeye başlamıştı.
Bir su başında atını ağaca bağlayıp elini, yüzünü yıkadı. Cebinden çıkardığı çevre ile kurulandı. Sonra ağacın gölgesine oturup afiyetle azığından yemeye başladı. İştahla atıştırırken babası aklına geldikçe lokmalar boğazına diziliyordu.
Birden yanıbaşına dikilen birinin varlığını farketti. Tanımakta gecikmedi, bu uzun ince yapılı genç babasının kızanlarındandı. Gerektikçe köye gidip gelmek onun göreviydi. Bir defa da kendilerine babasının selamını getirmişti. Annesi de börek-çörek çıkınlayıp göndermişti.
Kızan selam verip yanına oturdu. Mehmed’in ısrarı üzerine uzatılan peksimetten biraz aldı. Mehmet onu soru yağmuruna tutuyor, o ise konuyu Başka noktalara çekmeye çalışıyordu. Nihayet Mehmet meramını açıkladı. Bunun üzerine İsmail:
– Seni götüremem. Baban ‘niye getirdin?’ diye bana çok kızar. O çoluk-çocuğun ayakbağı olmasını hiç sevmez ve istemez, dedi.
Mehmet birden ayağa kalkarak:
– İsmail Ağabey, sen de mi böyle düşünüyorsun? Doğrusu çok şaştım. Ben çoluk-çocuk dediklerinden miyim? Şöyle bir bak boyuma-bosuma. Nerede ise sana yetiştim. Ben de aranıza karışacak ve yararlık göstereceğim, diyerek tepkisini gösterdi.
– Peki, sen bilirsin. Bütün sorumluluk senin. Baban eğer suçlamaya kalkarsa beni savunmak sana düşüyor, ona göre.
Az sonra atlarına atlayarak dağ yolunu tuttular. Nöbetçi onları görmüş, haber vermişti:
– İsmail dönüyor, yanında da bir çocuk var.
Kalender Ali Efe dürbünle bakarak:
– Bu bizim Mehmet. Ona gelmemesini söylemiştim, diye söylendi.
Kısa bir süre sonra gelenler iyice yaklaşmışlardı. Az sonra İsmail ile Mehmet atlarından inip dizginleri bıraktılar. Ali Efe:
– Mehmed’i niçin getirdin? Ben onun gelmesini istememiştim.
Mehmet lafa karıştı:
– Efem, onun bir kabahati yok. Ben daha önce yola çıkmıştım, yolda karşılaştık. Doğrusu o olmasaydı ben sizi biraz zor bulurdum.
– Ne ise artık bu akşam konuğumuz ol, bir şeyler ye, dinlen. Yarın gün doğarken köye dönersin.
Sonra birden aklına gelmiş gibi:
– Evdekilerin haberi var mı? diye sordu.
– Çıktığımı gördüler ama seslenmekten başka bir şey yapamadılar. İzin isteseydim annemin vermeyeceğini biliyordum.
O akşam yakılan ateşin başında yiyip içtiler, söyleşip gülüştüler. Kızanlardan Yusuf bağlamasıyla memleket havaları çaldı. Güzel sesiyle türküler söyledi. Kızanlar zeybek oynadılar. Yatma saati gelince istirahata çekildiler. Dağ havası Mehmed’in uykusunu getirmişti.
“Gönderirsen yine gelirim” dediği için Ali Efe oğlunu yanında alıkoydu. Hatice Hanım oğlunun sağsalim ve babasının yanında olduğunu haber alınca çok sevindi.
Yunan işgal kuvvetleri çevreyi tehdit ediyor ve gittikçe yaklaşıyorlardı. Efeler güçbirliği oluşturmaya başlamışlardı. Ali Efe de düşman karşısında efelerin işbirliği yapmasından yanaydı. En yakın mesafede Sarıca Hasan Efe vardı. Ona teklifte bulunmak üzere birini görevlendirmeyi düşündü. Bu iş için de dikkat çekmeyecek ve kuşku uyandırmayacak olan oğlu Mehmet uygundu.
Ali Efe onu yanına çağırarak:
– Haydi oğlum Mehmet, bak beklediğin gün geldi. Yanına kızanlardan istediğini al, karşı dağın yamacındaki Sarıca Hasan Efe’yi bul. Kendisine onunla görüşmek istediğimi söyle. Bana gün ve yer belirlesin, seninle bildirsin. Selamımı iletmeyi de unutma sakın, dedi.
Küçük Mehmet babasına ‘başüstüne’ dedikten sonra Fırtına’nın sırtına atladığı gibi oradan hızla uzaklaştı. Yanına kimse almadı, yalnız gitmek istemişti. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçip Sarıca Efe’nin yanına ulaştı. Selam verip kendisini tanıttı. Babasının sözlerini aktarıp cevabını bekledi. Hasan Efe ona yemeğe kalıp dinlenmesini, cevabını daha sonra vereceğini söyledi. Ali Efe’nin hatırını sordu, çocuğun gönlünü aldı. Sonra ileri gelen kızanlarıyla toplanıp Aldığı teklifi görüştü. Dönüş yoluna çıkmaya hazır durumda bekleyen Mehmed’i yanına çağırarak:
– Bak yeğenim, seni pek sevdim. Gözüpek bir delikanlı olduğun her halinden belli. Beni dikkatle dinle. Babanın teklifini düşündüm ve kendisine hak verdim. Beraberimdekiler de aynı kanıdalar. Yunan askeri çok yakınımıza kadar sokulmuş vaziyette. Buraya kadar gelmesi gün değil, an meselesi. Yakında bir çatışma kaçınılmaz olacak. Birleşmemiz gücümüze güç katar. Babana söyle, yarın gelip konuğum olsun. Kendisini ağırlamaktan onur duyacağımı bilsin, dedi.
Mehmet yola çıktıktan sonra iki dağın etekleri arasındaki yolda bir toz bu1utu belirdi. Bunun atlı bir Birlik olduğu farkediliyordu. Tozbulutu dağılınca Mehmet gelen askerlerden birinin mavili-beyazlı bir bayrak tuttuğunu gördü. Ne olduğunu anlamadan bir kurşun vızıltısı işitti, başının üzerinden geçmişti. İkincisi göğsüne isabet etti. Mehmed’in gözü karardı, başı döndü ve kendinden geçti.
Fırtına, sırtına yığılmış binicisini Ali Efe’nin karargâhına getirdiğinde akşam yaklaşıyordu. Bulutları al renge boyayan güneş alçalmış, batmaya hazırlanıyordu.
Ali Efe ve kızanları atın yaralı Mehmed’i taşıdığını görünce ona doğru koştular. Çocuğu yavaşça ve dikkatle indirip yere yatırdılar. Mehmet gözlerini aralayarak gittikçe zayıflayan sesiyle Hasan Efe’nin cevabını bildirdi, sonra:
– Vatanım için küçücük bir hizmette bulunabildiysem ne mutlu bana, diyerek son nefesini verdi.
Ali Efe oğlunu kucaklayarak göğsüne bastırdı ve hıçkırdı:
– Biricik oğlum, yiğit Mehmed’im. Bu küçücük yaşında şehitlik sana nasip oldu, ne mutlu sana.
Sonra toparlanıp kalktı, kızanlarıyla birlikte küçük şehidi askerce selamladı. Kızanlar havaya üç el ateş ederek ona saygılarını gösterdiler. Ertesi gün Hasan Efe’yle buluşmaya gitmeden önce oğlunun cansız vücudunu kucağına alıp atına atladı. Fırtına’yı da yedeğine almıştı. Onun köye bu şekilde girdiğini gören köylüler yollara dökülerek merak ve Hüzünle bakıyor, hayıflanarak iç geçiriyorlardı. Avlu kapısından girerken durumu farkeden Hatice Hanım koşarak karşıladı. Saçını-başını yolarak ve dövünerek haykırdı. Komşular da avluya doluşmuşlar, onların bu acısına katılıyorlardı. Kızkardeşleri Zehra ve Zeynep ağabeyleri Mehmed’in yere yatırılan cansız vücudu yanında diz çökmüşler, katıla katıla ağlıyorlardı. Anneleri içeriye girip sandıktan bir bayrak çıkararak getirdi ve şehit oğlunun üzerine örttü. Minareden sala sesi yükseliyordu. Köyün hocası gerekenleri yaptıktan sonra cenaze namazını kıldırdı ve cemaatle birlikte köy mezarlığına gidip Mehmed’i defnetti. Sevgili çocuklar! Mehmet gibi nice kahramanın kanı ve canı pahasına vatanımız düşman işgalinden kurtuldu, bağımsızlığımıza yeniden kavuştuk. Küçük Mehmet gibi şehitlerimizin kanı bayrağımıza renk verdi. Bayrak töreninde İstiklal Marşı’mızı okurken Mehmetleri, adsız kahramanları hatırlayın, Mehmed’in aranızda dolaşan ruhu sizlere bir şeyler fısıldayacaktır.
Kaynak: Minik Yürekler - Yücel İPEK, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları
Hazırlayan: KuTuL KuLuB
www.hikayearsivi.net
Kaynak:
Hikaye-Öykü-Masal Arşivi: www.hikayearsivi.net
Bu hikayeyi beğendi iseniz, veya fikrinizi diğer ziyaretçilerle
paylaşmak istiyorsanız lütfen YORUMUNUZU
yapın. Sadece 1-2 saniyenizi alacaktır.
Önemli Not: Lütfen hikayeyi
kullanacaksanız; www.hikayearsivi.net den
alıntı yaptığınızı ve kaynağını belirtiniz.
|