[Aşk Hikayeleri]
HİÇ SOLMAYAN GÜL [Aşk Hikayeleri]
Eski zamanlardan birisinde, bir bahçıvan yaşardı. Bu bahçıvan gençti, ama mesleğinin zirvesindeydi. En güzel ağaçları, en güzel çiçekleri o yetiştirir; zenginler bahçelerini ona yaptırmak için ricada bulunurlardı. İnsanlar onun bahçesini hayranlıkla seyretmeye, şehirdeki diğer bahçıvanlar da saygıyla akıl danışmaya gelirlerdi. Genç bahçıvan en çok çiçekleri, çiçeklerden de gülleri severdi. Onun yetiştirdiği güllerin ünü bütün ülkeyi sarmıştı.
Dışardan bakıldığında, bu gencin çok mutlu olması beklenirdi. Ne var ki, değildi. Gönül bahçesindeki güller solmuş, bülbüller susmuştu. Aşıktı, ümitsiz bir sevdaya düşmüştü. Sevdiceği ona karşılık vermiyordu. Karşılıksız sevdiği sevgilisine gönderdiği güller hep geri dönüyordu. Yaşama sevincini, ümidini kaybetmişti bu yüzden.
Hayatını sevdasıyla eşitlemişti. O yüzüne gülmüyorsa, her şey ağlıyordu. Onun sevgisi yoksa, hayatın da anlamı yoktu.
Bahçesi, ağaçlar, çiçekler, güller... her şey boş görünüyordu gözünde.
Derken bir gece, sıkıntıyla daldığı uykusunda sevdalısını gördü. Kendisi ona doğru koşuyor, ama o yüzü kendisine dönük halde daha büyük bir hızla uzaklaşıyordu. Tam onu kaybettiğini düşünüyordu ki, rüyasında karşısına aksakallı bir dede çıktı.
"Senin derdinin dermanı bu güldedir, evlâdım" diyen aksakallı ihtiyar elinde tuttuğu bir gülü ona uzatıyordu.
Genç bahçıvan, kan-ter içinde uyandı. Rüyasını düşündü. Beyazlar giyinmiş yaşlı adamın uzattığı gülü düşündü. O güne kadar gördüğü güllerin en güzeli, en kırmızısı ve en canlısıydı. Sanki yıllar geçse de solmayacak, sonsuza kadar taptaze kalacakmış gibi duruyordu.
Sabah, ümitle uyandı. Güllere koştu heyecanla. Ama karşısındaki kırmızı güllerin hiçbirisi rüyasındaki güle benzemiyordu. Yüreğine bir hüzün çöktü yine. Sonra kendini toplayıp, fidanları aşılayarak rüyasındaki gülü yetiştirmeye girişti. Sabırla, ümitle çalıştı. Emeğine aşkını kattı. Gül fidanına, yüreğinde sevdası, hayalinde sevdalısı, aşk türküleri okudu. Günler günleri, haftalar haftaları kovaladı.
Rüyasındaki gülü verecek fidan nihayet minicik bir tomurcuk açacaktı. Tek bir tomurcuk. Günlerin nasıl geçtiğini bilemedi. Nihayet bir sabah, güneşin ilk ışıklarıyla birlikte tomurcuğun açıldığını ve hayattan daha canlı, kırmızıdan daha kırmızı, güzelden daha güzel gül tomurcuğunun gülümsediğini gördü. İçi içine sığmıyordu. Saatlerce önünde oturup gülü seyretti. Tarif edemediği duygular esiyordu yüreğinde. Bu gülü tez elden sevgilisine hediye etmeliydi. Belli ki, mucize eseri olan bu gül başka bir mucizeyle onu sevdiğine kavuşturacaktı. Ama gülü koparmaya vicdanı elvermedi.
Sevinçle sokağa fırladı; ne yapacağını, o gülü maşukuna nasıl hediye edebileceğini düşünüyordu.
Ve ikindi vakti yolda karşılaştığı sevdalısı ona ilk kez gülümsedi. Ayın dünyaya gülümsemesi kadar narin, gül yaprağı üzerindeki çiğ tanesi kadar saf bir gülümsemeydi bu. Dünyalar onun oldu. Yanına gidip konuşmaya cesaret edemedi sevdalısının. Gerisin geriye aşk gülünün yanına koştu. Mucizenin gerçekleşmek üzere olduğunu anlatacaktı gülüne. Belki ertesi gün de sevdalısını bahçesine getirip koparmaya kıyamadığı gülü öylece toprağında hediye edebilecekti.
Evine döndüğünde akşam olmak üzereydi. Güneş ışıklarını çekerken sanki gülün rengini, hayatını ve kokusunu da beraberinde götürüyordu. Karşısında dakika dakika boynunu büken, solan ve sonunda zavallı bir gül müsveddesi haline gelen birşey duruyordu. Yüreğine bir hançerin saplandığını hissetti. Çaresizlik, ümitsizlik, karasevda bir kez daha çöreklendi içine.
O günden sonra, ümidi gibi kendisi de kurumaya, zayıflamaya, kimselerle konuşmamaya başladı. Onun halini gören dostları, hekimler, hocalar getirdiler; ama kimsenin faydası olmadı. Sonunda uzak diyarlarda yaşayan bir münzevi bilgeyi duydular. Genci ona gitmeye zorla da olsa ikna ettiler.
Genç, günler süren yolculuktan sonra bilgenin yanına vardığında, hayretinden dili tutulacaktı. Bilge, rüyasında gördüğü aksakallı dededen başkası değildi. Saygıyla ona sevdasını, rüyasını, rüyasındaki gülü nasıl yetiştirdiğini, ama onun akşam güneşin batışıyla birlikte nasıl solduğunu, çaresizliğini, kısacası her şeyi anlattı.
Bilge, sabırla dinledi genç âşığı. Sonra tane tane şöyle dedi:
"Ey genç dostum. Belli ki, kendi sevdanla ve hünerinle o aşk gülünü gülümsetebilmişsin. Ama onun ömrünün uzamasına gücün yetmemiş. Eh, bu da insanoğlunun kaderi. Şimdi, anlatacaklarımı iyi dinle. O aşk gülünün hiç solmaması için sırasıyla yapacağın birbirinden zor dört şey var.
"İlk olarak, aşk gülünü çok özel bir şeyle sulamalısın ey âşık delikanlı: Gözyaşlarınla!. Kırk gün seher vaktinde acziyetini ilan edip ellerini göğe kaldırmalısın. Dualarına gözyaşların eşlik etmeli; ve o gözyaşlarını kırk gece boyunca gülün toprağına akıtmalısın. Ve aynı zamanda, aşk gülüne dualarını üflemelisin. Nefesin onun ihtiyaç duyduğu ulvi havayı taşımalı ona. Aşk gülün, yüreğinden kopup gelen dualarla nefes almalı. Ve bunları kırk seher hiç aksatmadan yapmalısın." Yaşlı bilge, sonraki adımları da anlattı gence...
Dertli bahçıvan evine dönüp yaşlı bilgenin söylediklerini uygulamaya koyuldu. Nicedir unuttuğu Kalbinin Gerçek Sahibine yalvarmaya ve samimi gözyaşları dökmeye başladı. Anladı ki, sadece kendi kalbi değil, sevdiğinin kalbi de Onun elindeydi. Ve kalpleri birbirine ısındıran Ondan başkası değildi. Tam kırk seher vakti Yaratıcısına dualar etti. Aşkını vesile yapıp Hakiki Maşuk'a yalvardı. Gözlerinden akan yaşlar kırk seher vakti gülün toprağına düştü, soluğu güle yansıdı. Her damlayla, her solukla gül canlandı, renklendi, kokulara büründü.
Kırk günün sonunda, gül sanki bir daha hiç solmayacakmış gibi bütün güzelliğiyle bakanı hayran bırakıyordu. Gülün ertesi sabah da canlılığını koruduğunu gören genç bahçıvan, fırsat bu fırsattır diyerek sevdalısına koştu. Gülümseyen bir yüz buldu karşısında. Cesaretlendi ve onu bahçesine davet etti. Aksakallı dedenin öğütleri, yapması gereken diğer üç şey aklından uçup gitmişti. Sevdalısı bahçeye gelip de o aşk gülünü görünce delikanlıya nedensiz bir şekilde derin bir aşkla bağlandı. Delikanlı aşkına karşılık bulmanın verdiği heyecanla kendinden geçti. Mutluluk buydu. Hayatın anlamı buydu. Birbirlerine gün boyu sevgi kelimeleri fısıldadılar. İkinci gün de, üçüncü gün de...
Ama üçüncü günün akşamında, aşk gülü yine soldu. Rüyanın sona erdiğini anlayan genç, sevgilisinin evine koştu ama kimseleri bulamadı. Sevgilisinin ailesi bu aşka razı olmadığı için kısa süre içinde bilinmeyen bir yere götürmüştü onu. Komşular böyle demişti. Genç bir külçe gibi yere yığıldı. Tam kavuştuğunu zannettiği sırada, elinden kayıp gitmişti aşkı...
Sonra, yaptığı hatayı anlayıp aksakallı bilgenin yolunu tuttu bir kez daha. Yaşlı adam, onun yüzündeki hüzünden her şeyi anladı. Gencin aceleciliğinin kurbanı olduğunu biliyordu. Aşk sarhoşluğuyla, diğer adımları unuttuğunun da farkındaydı. Şefkatle, bir sonraki dersini hatırlattı ona:
"Birbirlerine sevdalanmış, hayatlarını birleştirmiş ve ömürlerinin sonuna kadar sevda çiçeklerini soldurmamış; ölmüş ama aşklarını öldürmeyip onu sonsuz cennet bahçelerine taşımış kırk çiftin mezarını bulacaksın. Her mezardan alacağın bir avuç toprağı bir saksıya doldurup aşk gülünü ona dikeceksin..."
Genç için zorlu bir görevdi bu. Bütün ülkeyi dolaştı aylarca. Köy köy, mahalle mahalle, şehir şehir, aşklarıyla ölüme meydan okumuş sevdalıların mezarına ulaşmaya çalıştı. Biliyordu ki, toplayacağı toprağın içinde bir avuç bile solmuş bir aşkın toprağı olsa, büyü bozulacaktı. Onun için herkese sorular sordu. Ancak, içinde tereddüt kalmadığında mezarlara gitti. Önce bir Fatiha okudu; ölümlerini sonsuz cennet aşklarına başlangıç yapan bu çiftleri içinden tebrik etti. Son-ra saygıyla birer avuç toprağı torbasına koydu. Aylar süren zorlu bir gayretin sonunda, nihayet kırka erişti ve torbasını alıp köyüne döndü.
Dinlenmeye, karnını doyurmaya bile vakit ayırmadan, gülüne koştu. Boynu bükük, mahzun; oracıkta duruyordu. Yeterince büyük bir saksı aldı ve getirdiği toprağı içine koydu. Sonra usulca gülünü bu saksıya yerleştirdi. Farkında olmadan gözlerinden birkaç damla yaş düştü saksıya...
Bu arada, içinde artık ümitsizlik ve karamsarlığın değil; sabır, tevekkül ve aşktan da öte bir aşkın gezindiğini hissetti. Kendini yokladı; evet, gülyüzlü yârini istiyordu; ama, gülyüzünde yansıyan başka bir cemal için istiyordu onu. Bir gün gelip o gülyüz solsa da diğer güzellik hiç solmayacaktı. Ölümle ölmeyecek bir aşkın habercisiydi bu güzellik. Bunları düşünürken, gülün canlanıp, renklenip tekrar gülümsediğini gördü. Kendisi de gülümsedi. Ama artık acele etmeyecekti. Daha dördüncü adım vardı. Gülün kokusunu doya doya içine çekti. Yârinin kokusunu duyar gibi olmuştu.
Derken, kapı çalındı. Bir arkadaşı müjde getirmişti; genç bahçıvanın kulağına yârinin götürüldüğü ve saklandığı gizli köyün adını fısıldadı. Genç aşığın yüzünde olgun ve sükunetli bir gülümseme gezindi. Kendisinin, sevincinden havalara zıplayacak yerde sakin kalışına hayret eden arkadaşına teşekkür etti. Gülünü yanına aldığı gibi yola koyuldu. Ertesi gün o köye ulaşmıştı bile. Yarini bulması hiç de zor olmadı. Yolunu gözleyen sevdalısı, küçük bir işaretiyle ona koştu. Elele verip kaçtılar...
Yükseklere doğru yürüdüler. Önce, iki çobanın şahitliğinde aşklarını insanlara, dağlara, taşlara, yere ve göğe ilân ettiler: Yaratılmışların ve Yaratıcılarının huzurunda nikâhlandılar.
Ve şimdi sıra dördüncü adımdaydı. Yuvalarını, bilgenin söylediği gibi yüksek bir dağın üzerine kurdular. Işığa yakın olmaları gerekiyordu çünkü. Su, hava, toprak kadar ışığa da muhtaçtı aşk gülleri. Her sabah, güneş doğmadan birlikte uyandılar, birlikte gözyaşı döktüler seher vaktinde. Göğe olduğu kadar toprağa da yakın oldular. Kalblerini birlikte bağladıkları Güzeller Güzeli Maşuk'a birlikte dua ettiler. O'ndan, güllere toprakta hayat verdiği gibi, aşklarını da ömürlerinin sonunda girecekleri toprakta, sonsuz hayatta diriltmesini istediler.
Ve her sabah güneşi birlikte karşıladılar. Güneş ışıkları birlikte baktıkları gül bahçelerine hayat taşırken, gökten yağan nur, yüreklerine hayat verdi. Birbirlerine baktıklarında Onun güzelliğinden yansımalar gördüler. Sevgileri Onun aşkına bir basamak oldu. Aşklarına şefkati ve tefekkürü ekleyip olgunlaştırdılar.
Ve aşk gülleri hiç solmadı. Onlar toprağa girdikten ve cennetteki gül bahçelerine gözlerini açtıktan sonra bile...
-Murat Çiftkaya-
____________________ Kaynak: Senai Demirci, Aşka Adanmış Öyküler Hazırlayan:www.hikayearsivi.net
Kaynak:
Hikaye-Öykü-Masal Arşivi: www.hikayearsivi.net
Bu hikayeyi beğendi iseniz, veya fikrinizi diğer ziyaretçilerle
paylaşmak istiyorsanız lütfen YORUMUNUZU
yapın. Sadece 1-2 saniyenizi alacaktır.
Önemli Not: Lütfen hikayeyi
kullanacaksanız; www.hikayearsivi.net den
alıntı yaptığınızı ve kaynağını belirtiniz.
|