Mademki her şey değişiyor, hakikat şudur ki 1344 senesine kadar 1344 türlü Ramazan gelip geçmiştir. Ve bu Ramazanlar, canlı mevcudat gibi seneden seneye değişir, yenileşir, tekâmül eder, biribirlerine tıpkı tıpkısına benzemezler. Ramazanların inkılabı ve inkılapların Ramazanı da budur.
[Ramazan-Oruç Hikayeleri]
Tabii farkındasınız... Ramazanlar da her sene başkalaşıyor; zarif kadınlar gibi, onbir ayın sultanı da zamanın modasını dikkatle takip ederek en yeni kıyafetle karşımıza çıkıyor. Kırk sene evvel Ramazan, feracesiyle, yaşmağıyla, kınasıyla tepeden tırnağa kadar sımsıkı örtülü bir şarklı kadın yahut başında sarık, arkasında cübbe ve ayağında mestle, musallî ve müttaki bir erkek kılığında idi. Bugün onu da asrîleşmiş görüyoruz: Artık feracesini çıkarmış yerine bir rob manto almıştır; yaşmaktan eser yoktur. Ve parmaklarında kına yerine manikürün penbe cilası vardır. Yahut bu tamamiyle şapkalı bir Ramazandır!
Çocuklarımız eski Ramazanları bilmeyeceklerdir. Biz artık bir hatıra olan o Ramazanlara biraz yetiştik ve adetlerini az çok hatırlıyoruz.
Eskiden Ramazanın gelişi bile başka idi; onbeş yirmi gün evvelden, bütün memleket, bu nâzenin ayı karşılamak için ateşîn bir faaliyet nöbeti geçirirdi: Evlerde masraflar düzülür, camilerde mahyalar, mevizeler hazırlanır, sokaklarda dükkânlar süslenir ve bazı büyük camilerin avlusunda sergiler kurulurdu. Ramazan ağır ağır yürüyen muhteşem bir gerdûneye binmiş gibi, naz u niyaz içinde, bin ihtiram ve ihtişam içinde gelirdi. Şimdiki Ramazanlar, hiç haberimiz olmadan birdenbire, köşebaşından karşımıza çıkıveriyor. Çünkü yanlız kıyafetini değil, vasıta-ı nakliyesini de değiştirdikleri için, bugünün Ramazanları otomobille geliyorlar!
Artık saltanat kalktığı için Ramazanların debdebesine, tantanasına da razı olmuyoruz; artık Ramazanlarda ‘onbir ayın bir sultanlığı’ payesini de nez‘ ettik; artık Ramazan, bir sultan değil, belki her ay gibi zamanın aynı haklarına malik asrî ve amelî bir insandır! Ve asrî, amelî bir insan gibi, şimdiki Ramazanlar da, eski zamanın mükellef, dağdağalı, mide bozucu iftar sofralarına oturmaktan vazgeçmişlerdir, boş bir mideye tıka basa doldurulan o çörek otlu simitler, pideler; o sarımsaklı, çemenli pastırmalar, sucuklar, o türlü türlü zeytinler, peynirler, o türlü türlü reçeller; sonra çorbasıyla, etiyle, sebzesiyle, hamur işleriyle, ekşisiyle, tatlısıyla, kurulan eski iftar sofralarının başına oturmamıza midemizin itiyadı da, hıfzı’s-sıhha kaideleri de, bilhassa bütçemiz de müsait değildir.
Şimdi oruç tutanlarımız, iftar topunu duyar duymaz, her zamanki sofralarının başına geçerek, temiz temiz, güzel karınlarını doyuruyorlar ve mide ağrısı çekmiyorlar. Eskisi gibi tembel ve tufeylî insanlar için kibar sofralarına davet edilerek tıka basa yemek yemek ve ‘diş kirası’ tabir edilen çirkin sadakayı almak ümidi de kalmadı.
Eskiden gece teravihten çıkılınca küçükler Karagöz'e, kadınlar komşuya, büyükler Direklerarası’nda tiyatro zannettikleri bazı temaşagâhlara giderdi. Bu üstü üç tahta çatılı, altı toprak ve bel ağrıtan hacı iskemleleriyle, ‘hararet söndürüyor, gazoz!’, ‘eğlencelik!’, ‘dişlere mızıka çaldırıyor, Taşdelen suyu!’ diye piyes oynanırken aktörlerden fazla bağıran satıcılarla, pis havasıyla, parodinin gürültüleriyle maruf eski tiyatroda gülmek isteyenler, merhum Hasan Efendi’nin oyununa girerler, ağlamak isteyenler de müteveffa Mınak ve Aleksanyan Efendilerin Osmanlı Dram Kumpanyası’nda ‘Balmumcular’ı, ‘Kızıl Köprü Cinayeti’ni, ‘Fazilet Mağlup Olur mu?’yu, ‘Demirhane Müdürü’nü, ‘Dalila’yı seyrederlerdi.
Bugün Darülbedayi’in, Milli Sahne’nin birer mabed kadar ıssız salonlarına kimseyi rahatsız etmemek için büyük itina ile girersiniz, elinizde bir nümeronuz vardır, yeriniz bellidir, münakaşa olamaz, fraklı ve temiz bir garsonun işaret ettiği koltuğa sesinizi çıkarmadan oturursunuz, beklersiniz, saat dokuzu on beş geçince perde açılacaktır. Ayağınızı yere vurmaya, yahut parodiden: ‘başlayalım mı, başlar mısın!’ diye haykırmaya lüzum yoktur. Filhakika, tam dokuzu bir çâryek [çeyrek] geçerken perde açılır. Hayır, dokuzu çâryek değil, yirmi mi geçiyor? Saatiniz yanlış!
Artık yalancı sofular için senenin onbir ayında envai günahlar işledikten sonra bu ay zarfında oruç tutarak, bolca namaz kılarak Cenabı Hakk’a kendini affettirmek ihtimali de kalmamıştır. Her mümin, senenin oniki ayında da mutedil bir ibadetle dini vazifesini ifa eder ve Ramazan günahkârlar için mutlaka bir gufran ayı değildir.
İnkılaptaki Ramazan gösteriyor ki Ramazanda da inkılap vardır. Çünkü her şey değişiyor; bütün hayat, âdât, kıyafetler, muaşeretler, inkılap geçiriyor.
Bugünki Ramazan, yeni kıyafeti, yeni muaşeretiyle mükellef bir otomobile binerek Köprü’den Beyoğlu’na geçerken, farzımuhal olarak, eski Ramazana muhteşem bir araba içinde rast gelseydi şüphesiz bu iki ay, biribirlerini tanımayarak hayretle soracaklardı:
- Kimsin sen?
- Ramazan!
Ve ikisi de biribirini yalancılıkla itham ederek gülüp geçeceklerdi.
Mademki her şey değişiyor, hakikat şudur ki 1344 senesine kadar 1344 türlü Ramazan gelip geçmiştir. Ve bu Ramazanlar, canlı mevcudat gibi seneden seneye değişir, yenileşir, tekâmül eder, biribirlerine tıpkı tıpkısına benzemezler. Ramazanların inkılabı ve inkılapların Ramazanı da budur.
Kaynak: Server Bedî, “İnkılapta Ramazan, Ramazanda İnkılap!”, Aylık Mecmua, sayı: 1, Nisan 1926, s. 39-40.
Hazırlayan: A.Kerim Melleş / www.hikayearsivi.net
Kaynak:
Hikaye-Öykü-Masal Arşivi: www.hikayearsivi.net
Bu hikayeyi beğendi iseniz, veya fikrinizi diğer ziyaretçilerle
paylaşmak istiyorsanız lütfen YORUMUNUZU
yapın. Sadece 1-2 saniyenizi alacaktır.
Önemli Not: Lütfen hikayeyi
kullanacaksanız; www.hikayearsivi.net den
alıntı yaptığınızı ve kaynağını belirtiniz.
|