12 Eylül 1980 darbesi olduğunda ben vaizdim. Şehrin okuyup yazan, düşünen sağcı ve solcuları hapse atıldı.
Şehrin müftisine gittim ve komutanla görüşmesini, haftada bir gün hapishanede konuşma yapmam için izin almasını istedim.
Müfti efendi derhal faaliyete geçti, komutanla görüştü, izin aldı.
Bir Pazar günü müfti efendiyle hapishaneye gittik.
Hapishanedekileri kavga etmesinler diye sağcıları bir yere, solcuları bir yere koymuşlar. Benim mecburen iki konuşma yapmam gerekti.
Sağcılar bölümüne gittik, kendimizi tanıttık, arzu ederlerse her hafta gelebileceğimizi söyledik ve bir saatlik bir konuşma yaptım. Çok memnun oldular ve Pazar gününü iple çekeceklerini bildirdiler.
Solcular bölümüne geçtik. Müfti efendi beni tanıttı ve her hafta gelebileceğimi söyledi ardından bana “Buyur” dedi.
Ben konuşmaya başlayacağım sırada hepsi yanındaki ile konuşmaya başladı. Hiçbir kimse beni dinlemiyor. Görünüşe göre kendi aralarında konuşarak benim konuşmamı engelliyorlar.
Ben de ağzımı açmadım. Birkaç dakika geçti. Gözlerinin ucuyla da beni gözetleyen bu konuşmacılar bir müddet sonra konusu olmayan konuşmalarını sona erdirdiler. Ben yine konuşmadım.Bir kaç dakika öyle bir sessizlik oldu ki sineğin kanat sesini hepimiz duyabiliyoruz.
İçlerinden biri alaylı bir şekilde “Konuşsana hocaaa” dedi.
-“Bazen susmak, konuşmaktan daha iyidir” dedim.
-“Eskiden çok konuşan şeyhin biri, bir gün konuşmayı kesivermiş. Yıllarca konuşmamış, sebebi sorulduğunda
-“Konuştukta kelime israfından başka ne yaptık?” demiş.
Şiir yazan, roman yazan, dergi çıkaran bir yazar bir gün geldi ağzını kapatıverdi. Şimdi susarak konuşuyor” dedim ve hemen müfti efendiye dönerek “Haydi gidelim” dedim ve çıktık.
Hafta içinde gardiyanı gördüm, durumu sordum. “Senin o kısa konuşmanın açıklamasıyla meşguller” dedi.
İkinci Pazar gittiğimde dikkatle beni dinlediklerini gördüm. Sorular soruluyor, cevaplar veriliyor. Benim takip ettiğim bir konuşma var ama konuşma esnasında her vadiye dalıp çıkıyoruz ve konuşmalar saatlerce sürüyor.
Derken konuşanını göremediğim yerden bir ses geldi
-“Gardiyan, hoca beni de görsün” dedi.
Gardiyana “Kim o dedim” gardiyan
-“Bu hafta geldi. Soygun yapmış. Solcular bölümünde ısyan başlattı. Ben de tek kişilik hücreye koydum. O da açlık grevine başladı” dedi. Aç görüşelim” dediğimde
-“Hocam, açlık grevinden bir şey elde edemedi. Seni rehin alırsa işi büyütür. Onun isteği de o” dedi.
-“Niyetinin ne olduğunu bilemeyiz. Sen kapıyı aç” dedim.
-“Bu kapıyı açayım ama hücrenin kapısını açmam. Kapının önünde konuşunuz. Tokalaşmak için elini verme” dedi.
Ben hücrenin önüne varınca kod adı Reşat olan ve hakiki adını da hiçbir zaman söylemeyen bu boynu bükük, görkemli bir delikanlı “Ver elini öpeyim” dedi.
Gardiyanın uyarısına rağmen elimi uzattım. Hurmetle elimi öptü ve “Nasihat istemiyorum. Beni bu hücreden çıkar. Arkadaşlarımın yanında kalmak istiyorum” dedi.
-“Bu gün Pazar. Bir şey yapamam. Yarın savcıya gider bir ricada bulunurum” dedim.
Pazartesi günü adliyeye gittiğimde savcı hanımla görüştüm, durumu arz ettim, sağ olsun beni kırmadı ve hemen yanımda telefon edip hücreden çıkarılması emrini verdi.
Her Pazar varışımda solcular bölümünü yöneten, çok iyi sorular soran, ikna olduğu vakit hepsine ikna olmaları için kafa işaretiyle emreden birini görmeye başladım.
Sağcılar bölümüyle solcular bölümünde olanların çoğunluğu aynı şehrin insanıydı. Aynı dağı görerek, aynı ninnileri duyarak, aynı ezanlarla büyüyerek gelmişlerdi. Kültürleri %95 aynıydı. %5 slogan farkı vardı.
12 Eylül 1980 tarihinde askerlerin anarşiyi önlemek için yönetimi ele aldığı günlerde benim de vaiz olmam nedeniyle en zeki ve genç insanların hapishanelerde olması nedeniyle ben de her Pazar, hapishaneye gidiyor, sağcılar bölümü ile solcular bölümünde nasihatlerime devam ediyorum.
Solcular bölümünde kod adı Reşat olan bu delikanlı, bir Pazar ahiretten konuşulurken,
-“Hocam bir çok şeyde bizi ikna ettin ama ahiret konusunda ikna edemezsin” dedi ve gerekçesini de söyledi.
-“Bir adam denize düşse, adamı balina yutsa. Balıkçılar balinayı tutsa. Binlerce parçaya ayırsalar. Binlerce adam balinayı yese. O adamlardan biri yansa duman olsa savrulsa. Öbürü toprak olsa ot olsa, koyun yese et olsa, bu denize düşen adamı Allah nereden bulacak?” dedi.
- Reşat, Kur’an okumasını bilirmisin?
- Hayır bilmem.
- Baban bilir mi?
- Evet bilir ve çok okur.
- Hapishaneden çıkınca, babanın Kur’anını eline al ve Yasin süresini bul. Bulamam dersen, dikkat et hangi sayfanın altı daha çok kirli ise orası Yasin süresidir. Yasin süresinin son sayfasını aç ve orayı oku bak orada ne yazıyor:
77)- İnsan kendisini nutfe (Meni) den yarattığımızı görmez mi ki, hemen açık bir hasım kesiliyor?
78)- Yaratılışını unutarak bize bir misal getirdi. "Bu çürümüş kemikleri kim diriltecek?" dedi.
79)- "Onları ilk defa yaratan diriltecektir. O bütün yaratıkları bilir" de.
80)- O ki, sizin için yeşil ağaçtan ateşi yarattı. Şimdi siz, ondan ateş tutuşturuyorsunuz.
81)- Gökleri ve yeri yaratan, onların benzerini yaratmaya kadir değil midir? Elbette kadirdir. O her şeyi yaratan ve bilendir.”
- Bu ayetin ışığında günümüzden örneklerle siz beni dinleyin.
Reşat, sen otuz beş yıl önce yoktun. Dünyaya geldiğinde birkaç kilo idin. Şimdi yetmiş beş kiloya ulaştın. Sen nerelerden toplandın? Gökyüzünden Güneşin ısıs ve ışığı sende toplandı. Kafkaslardan kuzey rüzgarları, güneyden lodos rüzgarları geldi. Adana’dan domates, Karaman’dan bulgur, Rize’den çay, Trakya’dan ayçiçek yağı gelerek sende toplandı. Dünyanın bir çok yerinden gelen gıdalar senin bu hale gelmene sebeb oldu.
Yani seni bu hale getiren Allah, senin dağıttığın adamı toplayamaz mı?
Bizim gibi ölümlü bir insan televizyon vericisi ile insanın, çiçeği v.s. rengini, sesini, çizgilerini havaya veriyor, öbür taraftan bir düğmeye basmakla havadaki renk, ses ve çizgileri toplayıveriyor.
İnsan bunu yaparsa, insanı yaratan Allah niçin yapamasın?
-Yapar hocam, yapar.
O yılın sonunda ben İstanbula taşıdım. Mektuplaşmalar devam etti. Reşat, bir mektubunda verdiğim kitapların bir hafta dayanmadığını, bir hafta dayanabilecek kitaplar göndermemi istiyor. Ben de gücümle orantılı olarak kitaplar gönderiyorum.
Gelen mektubun birinde
-“Hocam, arkadaşların hepsi kitapları okuyor, namazlarını kılıyor ama içlerinden biri bana şirin görünmek için abdestsiz kılıyor. Ne yapayım? Diye soruyordu.“
Namazın farz olduğuna inanmayan bir insanın namaz kılmasının faydası yok. O arkadaşa söyle namaz kılmak bir iman işidir. İnanmıyorsa kılmasın” dedim.
Mektubu ona okumuş.
-“Beni zorlamayacak mısın?demiş.
O da “Hayır” deyince, bundan sonra abdestli ve gönüllü kılacağım” der.
Hayrın nerede olduğu belli değil.O bölümde yatan, “Mamak’ta üç ay yapılan sorgulamada adımı söylemedim” diyen on sekiz yaşlarındaki solcu bir delikanlı, hapishaneden çıkınca namazlı niyazlı bir kızla evlenir. Küçücük bir dükkan açar ve mahallenin fahri müezzini olur, böylece hayatını devam ettirir.
Kod adı Reşat olan, başka bir hapishaneye nakledildikten sonra bağımız koptu. Mahkeme kayıtlarına sabit ve doğru bir adreste vermediğinden nerede olduğunu bilemiyorum.
Geçtiğin yerlere fidan dikerek yürü. Bir daha onların gölgesinde oturmayacağını bilsen de dikmeye devam et. Bazen olur ki, başkalarının gölgelenmesi, seni serinletir.
Kaynak: Mahmut Toptaş Hocaefendi (Ayasofya Eski İmam-Hatibi), Milli Gazete
Hazırlayan: A.Kerim Melleş, www.hikayearsivi.net