Karanlık bir mekândayım. Karşımda kısa saçları, iri siyah gözleriyle bana bakan on dokuz yirmi yaşlarında incecik bir genç kız. Simasında çözemediğim karmaşık bir ifade, benzi sapsarı...
Bu kızı bir yerden hatırlıyorum; ama nereden hatırladığımı çıkaramıyorum. Genç kız sanki kendinde benden bir parça taşıyor gibi... Ruhu ruhuma o kadar yakın. Çaresiz bakışlarla gözlerime bakıyor. Titreyerek; “Beni kurtarın, yalvarırım bana yardım edin.” diyor. Bana uzanan ellerini tutmak için ellerimi uzatıyorum; ama tutamıyorum.
Uyandığımda sabah ezanı okunuyordu. Genç kızın gözlerindeki mânâ sanki hâlâ gözbebeklerimdeydi. Kimdi bu kız? Kulaklarımda, “Beni kurtarın, yalvarırım bana yardım edin.” cümlesi yankılanıyordu. Rüyada çıkartamadığım sesin sahibini kendime geldiğimde hatırladım. Bu ses, eski talebelerimden Yağmur’a aitti. Yağmur dört yıl önce okuldan mezun olup, yurtdışına ailesinin yanına gitmişti. “Hayırdır inşallah!” diyerek, ellerimi açtım, Yağmur’a dua ettim.
Aradan iki ay gibi bir zaman geçti. İstanbul’da kış bitmek üzereydi; ama dışarıda tipiden göz gözü görmüyordu. Çok yorgundum. Birden kendimi sisli ve karanlık bir atmosfer içinde buldum. Önümde dört-beş metre uzunluğunda kocaman bir mezar, içinde ise boyu bütün mezarı kaplayan kapkara bir erkek cesedi vardı. Korkudan, olduğum yere mıhlanmıştım. Mezarın içinden alevler yükselmeye, aynı anda gençler mezarın içine atlamaya başladı. Ardı arkası kesilmiyordu atlayanların. Güle oynaya mezarın bulunduğu yere geliyor, koşarak, kahkahalar atarak mezara atlıyorlardı. Çıldıracak gibiydim. Gençleri engellemeye çalışıyordum. Kiminin yakasından, kiminin sırtından yakalayarak, “Çocuklar ne yapıyorsunuz, burası cehennem çukuru, kendinizi mahvediyorsunuz!” diye çığlık çığlık bağırıyordum. Hiçbiri beni anlamıyor, hepsi mezara atlamaya devam ediyordu. Bir müddet sonra gençlerin benim
dilimi anlamadığını ve yabancı dil konuştuklarını fark ettim. “Bir çare bulmalıyım, bu çocuklara yardım etmeliyim.” diyerek -teşbihte hata olmasın- Hz. İsmail’in (as) annesi gibi su bulmak için sağa sola koşturuyordum. Mezarın beş-on metre ilerisinde Yağmur’u gördüm. Donuk bir ifadeyle alevlerin ortasındaki mezara bakıyordu. Bir ilham eseri olarak, Yağmur’un aklından geçenleri okudum. Kendini mezara atmak istiyordu. Koşarak yanına yaklaştım, iki elimle yakasından tuttum ve bağırmaya başladım:
“Haaayıııır! Sen kendini buraya atamazsın, biz sana buraya atlamaman gerektiğini öğretmedik mi? Haaaayııııır!! Bak bu gençler benim dilimi anlamıyor. Sen bunların dillerini biliyorsan, yalvarırım onlara buranın cehennem çukuru olduğunu açıkla. Yoksa bilmeden güle güle cehenneme gidiyorlar.” Yağmur ifadesiz gözlerle öylece yüzüme baktı. “Biraz üzerinde hakkım varsa bu çocuklara yardım et ne olur!” dedim. Gözlerinden yaşlar akmaya başladı. Ellerimi bıraktı gençlere yaklaştı, yabancı dille onlara bir şeyler söylemeye başladı. Onu dinleyen gençler mezara atlamaktan vazgeçtiler. Bir anda mezarın içindeki alevler söndü ve mezar çiçekli bir bahçeye dönüştü. Sevinç gözyaşları dökmeye başladım.
Aradan altı ay kadar bir zaman geçmişti. Türk gençlerine konferansların verileceği bir seminer programı için yurt dışına çıktım. Akşamları, gündüz ele alınan konular hakkında gençlerin sorularını cevaplandırıyorduk.
Seminerlerin bitmesine dört gün kalmıştı. Bir öğle yemeği sonrası, kalabalıktan uzakta tenha bir köşede çayımı yudumluyordum. Yanıma temiz yüzlü, güler yüzlü bir genç kız yaklaştı. Yarım yamalak Türkçesiyle; “Affedersiniz, sakıncası yoksa yanınıza oturabilir miyim?” dedi. Sakıncası olmadığını belirttim. “Adım Şeydâ. Ben, aslında sizi daha önceden tanıyorum.” dedi. Tebessüm ederek;
“Arkadaşım Yağmur bana sizi çok anlattı. Seminer programında isminizi görünce çok mutlu oldum. Konuşmanızı beğenerek dinledim. Keşke Yağmur da burada olsaydı.” diye devam etti. Yağmur ismini duyunca duygularım allak bullak olmuştu. Elimdeki bardağı masaya zor bıraktım. Gördüğüm rüyalar gözümün önünden geçti. Şeydâ’dan Yağmur’un telefon numarasını aldım. Biraz sohbet ettikten sonra, koşar adımlarla kaldığım odaya çıktım, titreyerek telefon numarasını çevirmeye başladım.
“Alo!” Yağmur’un sesini duyunca heyecanlandım.
“Yağmur’la mı görüşüyorum?” Şaşırmış bir ses tonuyla;
“Evet. Ben Yağmur, siz kimsiniz?” dedi. İsmimi söyledim.
“Hocam, siz, siz!” Ses kesilmişti. Ağlıyordu...
Bir müddet bekledikten sonra ürkek bir ses tonuyla
“Buralarda mısınız, hangi şehirdesiniz, daha ne kadar kalacaksınız?” dedi. Bir-iki dakika konuştuk.
Ertesi gece geç bir vakitte odamın kapısına vuruldu. Kapıyı açtığımda gözlerime inanamadım; karşımda Yağmur duruyordu. Birbirimize sarıldık ve uzun müddet hıçkırıklarımız birbirine karıştı. Aradan geçen yıllar onu ne kadar değiştirmişti; yüzü, gözleri, saçları… Bu, dört yıl önceki çocuk muydu? Zayıflamış, kılığı kıyafeti tamamen değişmiş, sanki bambaşka bir dünyanın insanı olup çıkmıştı. Ayağında dar bir kot pantolon, üzerinde dağınık görüntülü bir ceket vardı. Saçları erkek saçından daha kısa kesilmişti. Üstündeki sigara kokusu, odanın tamamını kaplamış, sanki onun gelmesiyle odaya alaca bir karanlık çökmüştü.
Önce konuşmakta zorlandı. Sonra alıştı, sabaha kadar ben sordum, o anlattı. O anlattıkça, ben gördüğüm rüyaları hatırlıyor, Allah’ın varlığını bir defa daha iliklerime kadar hissediyordum. Yağmur’un başına neler gelmişti neler... Altı ay önce kâbuslarımın başkahramanı olan Yağmur şimdi karşımdaydı. İlâhî İrade beni Türkiye’den almış ve bu çocuk için binlerce kilometre uzaktaki bu ülkeye getirmişti. Karşımda konuşan genç kıza baktım; o hem ağlıyor hem anlatıyordu:
“Hocam ben çok kötü insanlarla karşılaştım. Nasıl oldu bilmiyorum, her şey iradem dışında oldu. Önce sigaraya başladım, sonra başka kötü alışkanlıklarım da oldu. Geceleri yalnız kaldığımda, Türkiye’deki okulumu, arkadaşlarımı, sizleri, sizlerin bize ahlâk ve edeple ilgili anlattıklarınızı hatırlıyordum. Kendimden tiksiniyordum. Dönüşü olmayan bir yola girmiştim. Gözlerimi kapatıyordum.
Allah’ı (cc), Âhiret’i, okulda öğrendiğim güzellikleri ve sizi düşünüyordum. ‘Ya Rabbi, benim sana dua edecek yüzüm yok. Ne olur hâlimden hocalarımı haberdâr et. Bana dua etsinler. Onların duasını Sen kabul edersin. Beni bu karanlıktan kurtar. Bana güç ver, bana yardım et!’ diye dua ediyordum. Canım hocam Allah dualarımı kabul etti. Siz şimdi karşımdasınız, ne olur beni bırakmayın, yalvarırım bana yardım edin...” dediğinde sabah namazı vakti girmişti. İkimiz de çok yorulmuştuk.
Ertesi gün eşimi arayıp, yurtdışı programımın bir müddet daha uzadığını söyledim. Takip eden bir ay içinde hem kursa gittim, hem de Yağmur’la birlikte yorucu günler yaşadım. Yağmur öyle ağır bir imtihandan geçiyordu ki, zaman zaman kaybedeceğini düşünüp, çaresiz kalıyordum. Bulunduğu çevreden uzaklaşıp yeni bir çevreye girmesi hiç kolay olmadı. Onun çaresizliğini izlerken, bir yandan da alışkanlıkların insanı nasıl esir ettiğine şâhit olup, Allah’a ‘alışkanlıklarımızın esiri olmamamız’ için dua ediyordum. İnsan olmayı idrak etmek, aklın sınırlarının çok ötesindeydi. İnsan olmak, insan olmanın emanetini taşımak ne kadar ağırdı!
Bir akşam Yağmur yanımda kitap okuyordu. Bana dönüp “Bakar mısınız, bu âyet benim ve benim gibiler için inmiş sanki.” dedi. Bahsettiği;
"Her şey helâk olup gidicidir. O’na bakan yüzü müstesnâ. Hüküm O’na aittir; siz de O’na döndürüleceksiniz.” (Kasas, 28/88) âyetiydi. Kitabı okumaya devam etti:
“Yâ Bâkî Ente’l-Bâkî cümlesi bir ameliyat-ı cerrahiye hükmünde kalbi mâsivâdan tecrit ediyor, kesiyor.” Tebessüm ederek;
“Biliyor musunuz hocam, bu cümle bana çok derinden tesir etti. Mâsivâ; Allah’tan başka her şey mânâsına geliyormuş. Bâkî de Allah’ın, ebedî ve sonsuz mânâsına gelen isimlerindenmiş. Ben de Allah’a yakınlaşmak, kalbimi beni O’ndan uzaklaştıran her şeyden arındırmak için mânevî bir ameliyat yaşıyorum. Kalbimde Allah’tan başka bir şey kalmasın diye savaşıyorum. Bu ameliyat çok ağır hocam, canım çok acıyor. Fakat ümitsiz değilim.
Rabb’imden ne kadar utansam da, O’ndan ne kadar uzak olsam da, bana tekrar sonsuz rahmetini arzu etme duygusunu yaşattığı için bahtiyarım. Kendimden nefret ediyordum. İçimden bir ses kulağıma sürekli olumsuz cümleler fısıldıyordu. ‘Senden hiç bir şey olmaz, hangi yüzle dua ediyorsun?’ diyordu. Şimdi öyle değil. Daha farklı duygular içindeyim. Yine kendime güvenmiyorum; ama O’ndan utanıp, O’na sığınmaktan mânevî bir haz duyuyorum. O’ndan uzak karanlık günlerime dönmekten çok korkuyorum. Beni buralara kadar getiren gücün, günahkâr ellerimden tutacağını, beni yarı yolda bırakmayacağını hissediyorum.
Sonra Allah Resûlü’nün (sas), ‘Benim şefaatim ümmetimin günah-ı kebâir (büyük günah) işleyen kısmınadır.’ hadîsiyle içime huzur doluyor. Önceleri sizden ayrılınca ne yapacağımı, bu mânevî mücadeleye nasıl devam edeceğimi bilmiyordum. Sanki siz gidince benim için her şey bitecek gibiydi. Şimdi öyle düşünmüyorum. Tanıştığım arkadaşlarımdan ayrı ayrı güzellikler görüyor, öğreniyorum. Onlarla birlikte olmak bana bütün kötülükleri unutturuyor. Sonra kitaplar… Kitaplar beni bambaşka âlemlerde dolaştırıyor.”
Elindeki kitabı kapattı. Yutkundu;
“Evet Hocam! Allah sizi görevlendirdi ve siz gelip beni buldunuz. Yarın buralardan giderken gözünüz arkada kalmasın. Bundan sonra inşallah bu temiz dünyada ölünceye kadar yaşamaya devam edeceğim. Yağmurlar kaybolmasın diye elimden geleni yapacağım... Hakkınızı helâl edin hocam. Ne olur beni dualarınızda unutmayın!”
“Helal olsun Yağmur! Artık ölsem de gam yemem.” dedim; ağladım, ağladım, ağladım…
Ertesi gün beni havaalanında uğurlarken, Yağmur’un siyah gözlerine son defa baktım. Yorgun ama kendinden emin bir ifadeyle; “Korkmayın hocam!” dedi. “Dua edin! Dua edin ki arkama bakmadan yoluma devam edeyim!” Ağlamaya başladı…
Titreyen ellerini tuttum, sadece; “Allah’a emanetsin. Seni Güçsüzlerin Sahibi’ne, Kendine Yönelenleri Geri Çevirmeyen’e emanet ediyorum. Bâkî Olan’a, Ebedî Olan’a.” diyebildim.
Uçakta tuhaf bir ruh hâliyle, son bir-iki ayda yaşadıklarımı düşündüm. Yağmur, bizim irademizin üstündeki Mutlak ve Küllî İrade Sahibi Rabb’imizin büyüklüğünü açıkça görmeme, insan olarak da, bizim ne kadar zayıf, ne kadar aciz olduğumuzu hatırlamama vesile oldu.
Gönderen: Gürkan Büyükkol
Hazırlayan: A. Kerim Melleş | www.hikayearsivi.net