Yanmış kibrit kokusu, dar ve loş koridorun sıvası dökülmüş duvarlarına çarpa çarpa ilerleyip evinden henüz çıkmakta olan ihtiyarın burnunda söndü. İhtiyar, kapıyı çektikten sonra yanmış bir kibrit gibi bükülmüş gövdesini koridor boyunca ağır ağır taşımaya başladı.
Koridorun sonunda, merdivenlerin başladığı yerde, küçük bir pencere vardı. İçerisinde toz zerrelerinin kaçıştığı bir ışık kolonu bu pencereden çaprazlamasına uzanıp beton zemine vuruyordu. Merdiven boşluğu hırıltılı soluklar ve yorgun ayak sesleriyle doldu, ihtiyar merdivenlerden inmeye başlamıştı. Apartmanın asansörü yoktu. Asansör olmadığı gibi binanın temizliğiyle, bakım ve onarımıyla ilgilenecek bir kapıcısı da yoktu. Sakinlerinin birçoğuyla aynı yaşta, köhne bir binaydı.
İhtiyar, sokağa adımını attığında gözleri karardı. Bir süre, olduğu yerde gözlerinin ışığa alışmasını bekledi. Renkler ve şekiller yerli yerini aldığında tekrar yürümeye başladı. Sokakları kaplayan dev çöp yığınlarının arasından, kendisi gibi ortalıkta dolaşan diğerihtiyarların yanından geçip gitti. Çocukluğundan beri müdavimi olduğu parka girip, yerini gözü kapalı bile bulabileceği banka ilişti. Emekli olduktan sonra bu parka her gün gelirdi, ondan öncesinde ise haftada bir kesin uğrardı. Daha parka girer girmez taze biçilmiş çim kokusunu ve ıslak toprak kokusunu alırdı. Bankına oturur, gazetesini çıkartır ve okumaya başlardı. Fakat son altı aydır bir tek gazete okumamıştı, artık gazete basılmıyordu. Önceleri eski gazeteleri okumuş, sonra bundan vazgeçerek kitap okumaya başlamıştı. Sadece gazeteler değil en geç bir sene öncesine kadar rahatlıkla bulabildiği çoğu şey artık yoktu. Üretim durmuştu, yeni hiçbir şey üretilemiyordu.
İnsanlar kısa bir zaman sonra çok zor günlerin geleceğini,kıtlık yaşanacağını ve - eğer şansları varsa - o günleri görmek istemeyeceklerini konuşuyorlardı. Hükümet yoktu; polis, asker, jandarma, zabıta, memur hiçbirisi yoktu. Dahası, bir sistem yoktu. Buna rağmen anarşi yahut huzursuzluk da yoktu. Tüm bunların yerine ihtiyarlar vardı. Nefes alıp vermekte bile zorluk çeken, güç bela yürüyebilen, ellerinden hiçbir iş gelmeyen ihtiyarlar…
Elinden her iş gelen zıpkın gibi delikanlılar, savaşlara coşkuyla katılan, kanları kaynayan gençler ortalıkta yoktu. Nasıl olduğunu kimse anlamamıştı fakat olmuştu işte. Hafızaları da bulanmaya başladığından kimse tam olarak neler olduğunu hatırlayamıyordu. Fakat o sıralar çok büyük bir savaş yaşandığını hatırlar gibiydiler. Devlet başkanları ateşli konuşmalar yapıyor, gençler meydanlarda toplanıp sabahlara kadar süren gösteriler düzenliyorlardı. Derken işler öyle bir noktaya ulaşmıştı ki genç nüfusun tamamı silah altına alınmış ve dünyanın çeşitli bölgelerine, yine kendileri gibi genç olan düşmanlarıyla çarpışmak üzere cepheye gönderilmişlerdi. Sürekli asker gönderiliyor fakat kimse geri gelmiyordu.
Bu süreç öylesine hızlı, öylesine tahmin edilemez bir biçimde ilerledi ki bir sabah güneş, tamamen ihtiyarlardan oluşan bir dünyanın üzerine doğmuştu. Dik durabilen ve biraz da hızlı yürüyebilenler genç adam olarak çağrılıyordu. İlkin işleri eskisi gibi devam ettirmeye, fabrikaları işletip üretim yapmaya çabalamışlar fakat başarılı olamamışlardı. Zincirin birkaç halkası daima eksik kalıyordu. Makineleri ancak stoktaki hammadde tükenene kadar çalıştırabiliyorlardı. Bunun farkına varmaları fazla uzun sürmedi. O yüzden, tüm gereksiz üretimi durdurup temel ihtiyaçları tedarik etme yoluna gittiler. Sağlık, gıda, temizlik ve tekstil ürünlerinin bir kısmını üretebiliyorlardı fakat bu sefer de enerji problemi çıktı. Üstelik hammadde üretimi de yoktu ve ekonomi son derece sofistike bir hal almıştı.
Paranın hatta altın ve gümüş gibi madenlerin bile neredeyse hiç değeri kalmamıştı. Ortak yaşam alanları kurulmuş, stoklardaki temel ihtiyaç maddelerinin kontrollü dağıtımı sağlanmıştı fakat er ya da geç onlar da tükenecekti. Üreme de yoktu, bebekler sadece reklam afişlerinde ve fotoğraf albümlerinde görülebiliyordu.
Çok değil, birkaç sene öncesinde küresel ısınma üzerinden dünyaya ve insanoğluna ömür biçen bilim adamları böylesine bir tabloyu hiç düşünmemişlerdi şüphesiz. Bunları düşünürken oturduğu bankta uyuya kalan ihtiyar bir daha uyanmadı. Onu bu halde görenler, acımak yerine onun adına sevineceklerdi. Yaprak yüklü dallarının arasında çeşitli kuşların şakıdığı, gölgesinde tatlım bir meltemin estiği kocaman ve henüz genç bir ağacın dibinde huzur dolu bu son, birçoklarının imreneceği bir sondu. Güneş, ufuk çizgisinin altındaki barınağına girmeye hazırlanıyordu. Göğün yüzünü toprağa sürdüğü yerde kızıl, mavi ve eflatun bulutlar baş başa vermiş, insanoğluna ağıtlar yakıyor gibiydi.
Gönderen: Cem Kaymak
http://www.gazeteport.com.tr/YAZARARANIYOR/NEWS/GP_083032