Çocuklarının hepsi başına toplandı. Üzüldüklerini belli etmek istercesine "ah, vah" ediyorlar, bağırıp çağırıyorlardı. Yaşı yolun yarısını geçmiş olan en büyük kızı, kapının yanındaki mindere oturmuş; gözlerinden akan yaşı başörtüsünün ucuyla siliyor, çok ağlamaktan kızarmış burnunu defalarca peş peşe çekiyordu. Köşede yatan babasına ara sıra gözlerini, yöneltiyor, tekrar kucağına indirip düşünüyordu.
Köşede boylu boyunca yatan yaşı epeyce ilerlemiş babaları Hilmi Dayı, nefes almakta güçlük çekiyordu. Rahatlaması için kafasının altına birkaç tane yastık koydular. Biraz sonra çıkardığı sesler ve elinin işaretiyle, koydukları yastıkları birer birer kaldırdılar. Bu, kaç gündür böyle devam ediyordu.
Oğullarının en büyüğü, başucundan ayrılmadı. Babasının kırışık yüzüne baktı defalarca. Pürüzsüz, gülücüğün hiç eksik olmadığı günleri aradı. Farkında olmadan dişleri görünecek kadar güldü. Bakır leğeni yastığa dayayıp, içine su doldurarak tıraş olduğu günü hatırladı. Babası kesmeyen jiletle defalarca hart hurt yüzünü kazıdığı gün, yanına sokulup: "Ben de tıraş olacağım." dediğinde, babasının "Büyüyünce tıraş olursun." diyerek fırçayı yüzüne sürdüğü an hayalinde canlandı. Tekrar gülümsedi; sanki babası ölüm döşeğinde değildi de çocukluğundaki gibi kendisiyle oyun oynuyordu. İşte çocukluğundan kurtulmuştu. Üstelik yıllardır tıraş oluyordu. Bir film şeridi gibi alaca karanlık kuşağını hatırlatan hatıraları gözünün önünden geçti: bahçelerindeki kuyuya düştüğü günü, babasının onu kurtarması için yaşadığı telaş, endişe ve kırılan kolunun acısıyla babasının dayağından kurtulmasının sevinci belirdi gözlerinde. Yine mutluğunun zirvede olduğu olaylarını anımsadı, kar serpintisi gibi bir havayla. Ne güzeldi babasıyla top oynadıkları, koşup eğlendikleri zamanlar…
Günlerdir bu yatakta yatan babaları birden kötüleşiyor, ara ara kendine geliyordu.
Hilmi Dayının hayatı boyunca ciddi bir işi olmamıştı. “Nerde çalgı orda kalgı” düşüncesiyle çalıp söyleyip; eğlenmişti. Gelecek için bir kaygı taşımamıştı.
Artık herkes onunla vedalaşmak; helalleşmek için yanına geliyordu.
Dışarıdan bir ses "Hoca geliyor!" deyince içerdekiler kendilerine çeki düzen verdiler.
Hoca, Hilmi Dayının yanına oturdu. "Hilmi Dayı! Geçmiş olsun!" dedi.
Hilmi Dayı yattığı yerden başını hafifçe çevirdi. Solgun benzi, yavaşlamış göz hareketiyle "Sağ ol!" anlamında hafifçe başını salladı.
Hoca, Yasin sûresini okudu güzel bir sesle. Bir anda manevi bir hava doldurdu tüm odayı. Herkes sessizce dinledi okunan sureyi. Sonra hastalığının seyri konuşuldu belirsiz bir sesle. Hoca kalkmadan önce, Hilmi Dayının da söylemesi için "Eşhedü en la ilahe illallah..." diyerek kelime-i şahadeti okudu bir kaç kez. Bekledi; cevabı alamadan kalktı gitti.
Sırtının arkasına yastıklar sıralandı bir kez daha. Tekrar sıkıntı bastı. Boncuk boncuk aktı terler. Çocukları sildi terini yumuşak bir havluyla. Su içirmek istediler, içmedi. Diğer kızı dudaklarını ıslattı temiz bir bezle. Zor bir hareketle dudağını yaladı Hilmi Dayı.
Bu hallere düşeceği hiç aklının ucundan bile geçmemişti. Hep genç kalacağını düşünüyordu. "Ben gencim" derdi. "Yahu Hilmi ahın gitmiş vahın kalmış…" diyenlere: “Siz benim içime bakın içime!” derdi.
Hele öleceğini hiç hatırlamak istemezdi. Neşesinin kaçmaması için, ölümü düşünmekten uzak dururdu. Cenaze olduğu günlerde sıkıntıdan patlardı. Ama sonunda kendisi de aynı durumdaydı işte.
İki yıl önce ölen hanımı, onu birazcık değiştirmişti. Saç ve sakalında hiçbir siyahlık kalmayan Hilmi Dayı, yalnızlığın ne demek olduğunu öğrenmiş, toplum içine çıkar olmuştu. Gerçi alışkanlıkları sebebiyle eskiden dost tuttuğu, kendinden daha genç bir kaç kişiden kopamıyordu. Onlarla konuşmalarında sınır tanımaz oluyor; yaşına uygun olmayan sözlerle konuşuyordu. Kendisine gülümsenmesinden mutluluk duyduğunu davranışlarıyla ortaya koyardı. Lüzumsuz olarak nitelense de huyundan vazgeçmedi o güne kadar.
O gün, birçok şeyi alt üst etti. Hayatın sürekli olmayacağını anladı. Yalnızca kendisine sabreden, yaptıklarının uygunsuz olduğunu söyleyen hanımına hak veriyordu. Hanımının öldüğü gün, başkalarının cenazelerine hep uzak durmasının neye mal olduğunu anladı. Yalnızdı, yapayalnızdı. Komşularının evi doldurmalarına rağmen yalnızdı. Kendisinin bomboş bir dünyada, boş bir odada, boş bir hayat yaşadığını fark etti. Yıllardır inancından uzak durduğunu, inancını çağrıştıran şeylerden hep kaçtığını anladı. Zaten biliyordu, içinden bir duygu onu devamlı eğlenmek, oynamak... Alemler yapmaya çağırıyordu.
Şimdilerde, son hastalığına kadar gündüzleri çekinerek, sıkılarak camiye gider olmuştu. Artık cebinden tespihi eksik olmazdı. Kendisine gülündüğü hissinden bir türlü kurtulamadı. Rahat hissetmedi. Zaman içinde kaçamak yapma yollarını araştırdı. Düşündüklerini yapmakta önceki gibi rahat olamadı.
Tekrar kendine gelen Hilmi Dayı, yanında Kur’an okuyan torununa gülümsedi. Yavaş hareketlerle elini başına koydu. Tutuk bir makine gibi başını okşadı, gözleri torununun gözlerine dalıp gitti. Neler düşündü bilinmez. Torununu sever, o da dedesini hiç üzmezdi. Bazen "Dede! Namazını neden kılmıyorsun?" sorusuna güler geçerdi. Torununun kendisi gibi olmamasına sevinirdi için için.
Sırtındaki sıra sıra yastıkları, işaretiyle tekrar boşalttı çocukları. Su istedi. Verilen sudan ancak bir yudum içti. Sonra ani bir hareket yaptı "anam anam" iniltileri arasında. Sona geldiğinin farkında mıydı, bilinmez. Ama başında devamlı Kur'an okunmasından şüphelendi birazcık.
Kuran’ın neden okunduğunu bilecek kadar bu konuyla ilgili değildi. Kendisinin iyileşmesi için okunduğunu düşündü. Korku karışımı bir duyguyla sevinç kapladı her yanını.
Bir gün öncesine göre kendisini daha iyi hissetti. Yiyecek içecek bir şeyler istedi. Ayağa kalkacak güçte hissedince kalktı, odanın içinde bir kaç adım attı oradan oraya.
Odadakilerin hepsi sevindi. Babalarının ölüm döşeğinden kalktığını düşündüler. Yorgunluklarını unuttular. Yattığı köşesine tekrar döndü. Yüzündeki ifade anlaşılmayacak kadar karışıktı. Uçurumun kenarında kurtuluşu olmayan birisinin yüzündeki umutsuzluk açık bir şekilde ortaya çıktı.
Önceki yaşantısına uygun olarak davrandı. "Ya bırakın şu okumayı! Yeter artık be! Çağırın şu bizim Ziya'yı biraz tıngırdatsın... "
Şaka ya da ciddi olduğu anlaşılmayan bu sözlerden sonra çocukları birbirine baktılar anlamsızca. Babalarının yüzüne baktılar ciddi olup olmadığını anlamak için. Hilmi Dayı biraz önce söylediklerini tekrar etti. Bunun üzerine oğlu, biraz da çaresizlik içinde küçük oğlunu Ziya’ya gönderdi.
*****
Az sonra Ziya elindeki sazıyla geldi. "Geçmiş olsun Hilmi!" dedi. "Gelecektim ama gelemedim. İş güç işte! Sen haber gönderince; her şeyi bırakıp geldim işte!”
Hilmi Dayı, "Bırak şu konuşmayı da tıngırdat" diye çıkıştı. Ziya saz çalmaya başladı. Tıpkı yıllarca yaptıkları gibi yan yana otudurlar, Ziya çaldı, söyledi. Bir ara Hilmi'nin kulağına eğildi. "Olacak bir kaç kadeh atacaksın, eski günlerde olduğu gibi..." dedi. Hilmi cevap vermedi.
Odadakiler durumdan rahatsız oldular. Komşulara, ele güne rezil olduklarını düşündüler. Büyük oğlu "Baba! Yeter artık!" sözleriyle sık sık babasının bu işe son vermesini istedi ama olmadı.
Anlatılması güç bir duygu yaşadılar. Babalarının iyileştiği düşüncesiyle, rahatsız oldukları bu olayı geçiştirdiler kendilerince. Yeter ki babaları ayağa kalksın; bunun için her şeyi yaparlardı. Göz yumdular, birazcık boş verdiler.
Babalarının eğlendiğini düşündükleri bir saatin sonunda, iyileştiğini göstermeye çalışan Hilmi Dayı, bir anda kötüleşti. Oturduğu yerden yastığına dayandı. Soluk benzi iyice soldu. Gözlerinin beyazı iyice çoğaldı. Anlamsız ve boş boş odadakilere baktı, bir ara nöbet geçiren biri gibi gözleri bir noktaya kaydı, dondu kaldı. Oğlunun "Su ister misin?" sözüne tepki vermedi.
Oğlu dudaklarına ıslak pamuk sürdü bir kaç kez. Oğluna baktı korkuyla. Gözleri başına toplanan çocuklarını süzdü bir bir. Kendisinden geçti. Uyudu. Nefes almada zorlandı.
Minarelerden yükselen “Salâ” duyuldu. Cenazenin kaldırılması için tanıdık ve komşular evi doldurdular.
"Yaşadığı gibi öldü…" sözleri yayıldı kulaktan kulağa.
Yazar: Duran Çetin (Yazar hakkında için tıklayın)
Eser: Sana Bir Müjdem Var, Beka Yayınları,2006 (Kitabı temin için tıklayın)