Serdar öğretmendi. Hem de acar olanlarından. Ufku geniş, hazır cevap ve idealist…
Devlet, hizmet etmesi için doğunun uçsuz bucaksız köşelerinden birine gönderdi onu. Hiç tasa etmedi. “Nasıl olsa bu vatan bizim, bizden hizmet bekliyor. Bizim görevimiz de öğretmek, bunu her nerde olursa yaparım” düşüncesiyle gönlünü ve sözünü hoş tutuyordu.
Görev yaptığı köyde yapacak işi olmadığı bir zamanda canı sıkıldı. Uzun zamandır şehir yüzü görememişti. Ayın başı olduğu için hem maaşını almak, hem de ihtiyaçlarını görmek için şehre gitmeyi istedi.
Nasıl gideceğini düşündü. Köyden şehre ulaşım sadece hayvanlarla sağlanıyordu.
Can sıkıntısı içinde köyün ortasındaki eğri büğrü yolda yürümeye başladı. Köydeki ağaçları budamayı kendine görev bilen, köyün en mukallitlerinden biri olan Remzi Ağaya takıldı gözleri. Yanına doğru ayakladı.
- Kolay gelsin Remzi Ağa, dedi.
Remzi Ağa:
- Sağ olasın Muallim Bey, diyerek karşılık verdi.
- Ne yapıyorsun?
- Biliyorsun ağaçları budamak gerek. Yoksa güçlerini kaybeder…
Serdar’ın kafasında olanları söylemesine fırsat vermeden ha bire konuştu durdu. Zaman biraz geçince:
- Muallim Bey, senin bir sıkıntın var galiba, dedi.
Serdar, Remzi Ağanın gözlerinin içine anlamlı bir şekilde baktı. İçinden “nihayet anlayabildin” demek geçti.
- Evet, dedi. Şehre gitmem gerekiyor.
- Bunda düşünecek ne var. Atı vereyim git.
- Tamam, iyi olur.
- Ama ata binmek o kadar kolay değil. Çok huysuzdur.
Serdar, bunu daha önce de duymuştu.
- Sen en iyisi eşekle git, eşeği sana vereyim.
Budadığı ağaçtan inen Remzi Ağa, Serdar’la birlikte evine gitti.
Ahırdan çıkardığı eşeğe elindeki semeri bağlarken:
- Bak hocam! dedi. Bu semer çok değerlidir, bunu bilesin. Eşek kaybolsa önemli değil. Ama semerimi mutlak isterim… diyerek konuşmasını sürdürürken Serdar içinden: “Tamam anladık, semerin kıymetliymiş. Yemeyiz herhalde geri getireceğiz…” diye geçirdi.
Serdar öğretmen eşeğe binerken:
- Bir dakika hocam! Sen yine de dikkatli ol. Bu eşektir. Ne yapacağı belli olmaz, dedi.
Serdar:
- Bir şey olamaz canım, sen de çok abartıyorsun.
- Sen bilirsin, ben görevimi yapayım da.
Serdar eşeğe binip şehrin yolunu tuttu. Dağlardan geçerken muhteşem görüntüler ona eşlik etti. Dağlar ne muhteşem yapılardı öyle. Göz alabildiğine semaya doğru yükseliyor, sanki göğe merdiven kurup ulaşmaya çalışıyor gibiydi.
Zaten oldum olası dağlarda dolaşmayı ve dağların heybetli görüntülerini seyretmeyi çok severdi. Gündüzün en aydınlık zamanındaki parıltılı ve etkileyiciliği kadar akşam yaklaştığında üzerine düşen kurşuni rengin ağırlığı ve bakanları kendisine bağlayan kasvetli ihtişamı ayrı manaları ifade ederdi. İşte, Serdar şimdi de farklı düşünceler içinde geziyordu.
Dağlar…
Uzatılmış yerin üzerine sabitlenmiş olan dağlar…
Enine boyuna yayılıp, döşenen heybetli dağlar ve arasından nice akıp sulayan ırmaklar…
Sonunda renkli atılmış yün gibi dağılıp parçalanacak olan dağlar…
Düşünülecek o kadar çok şey olduğunu, her yaratılandan alınacak ibretlerin varlığını sürekli düşünen Serdar, bu kez fazla etkilenmişti. Öyle ki dağları arasından ne zaman geçtiğinin farkına bile varmadı.
Nasıl etkilenmeyecekti ki?
Küçücük bir tohumun çimlenmesi, fide olarak boy atması ve yıllar boyunca gelişip büyüyen ağaç olması…
“(Onlar mı hayırlı) yoksa yeryüzünü oturmaya elverişli kılan, aralarında nehirler akıtan, onun için sabit dağlar yaratan, iki deniz arasına engel koyan mı? Allah'ın yanında başka bir ilâh mı var? Hayır, onların çoğu (hakikatleri) bilmiyorlar.” Ayeti hâlâ ezberindeydi.
Böyle muhteşem bir yapının, nasıl yer ile yeksan olacağını da biliyordu:
“O gün yer ve dağlar sarsılacak, dağlar erimiş bir kum yığınına dönecek.”
“Dağlar savrulduğu zaman,” “Dağlar da atılmış renkli yün gibi olur.”
- İbret almak gerek ibret, dedi tekrar.
Sanki kendi kendine terapi yapmıştı. Rahatlayıp bütün can sıkıntısını atmıştı. Hatta şehre neden geldiğini bile yeniden sorguladı. Bu dinginlik ne güzeldi! Ruhun dinlenmesi, sıkıntıların atılması, iç huzurun yüze yansıması ve bütün benliğini sarmalaması…
Bu rahatlamanın sebebini bulduğunu düşündü:
- Yeniden okumalıyım Kuran’ı baştan sona, dedi.
*****
Nihayet şehirden geri dönmüş köye yaklaşmıştı. Köye girerken bayırdan aşağı inmesi gerekiyordu. Bu esnada aklına Remzi Ağa geldi:
- Şükür, adamın semerini sağ salim teslim edeceğim, dedi. “Kıymetliymiş madem” diyerek de alay etti içinden.
Birden eşeğin ayağı tökezledi. Serdar bir anda kendini yerde buldu. Kalktığı gibi eşeği yakalamak için koştu, ama iş işten geçmişti. Eşek semeri de atıp köye doğru koşuyordu.
Serdar sağına soluna bakındı biraz. Ne yapsa, ne etse de kimseye görünmeden köye girebilseydi. Yapacağı bir şey yoktu. Eşeğe bir kez daha hücum etti. Yakalamak ne mümkün?
Çaresiz ve utangaç bir ruh haliyle semeri sırtına vurdu. Artık semer Serdar öğretmenin sırtındaydı.
Aslında tek düşüncesi Remzi Ağaydı. Ona görünmeden köye bir girebilse hiçbir mesele yoktu.
Görünmemeyi ümit ederek yürümeye başladı. Bir ara durup köyün girişini tekrar kolaçan etti. Civarda kimseler görünmüyordu. Tam zamanı diyerek hızlandı. Artık köye girmişti. Bir ses işitti:
- Öğretmen Bey!
Serdar:
- Tamam, şimdi bittiğimin resmidir, dedi.
Ses korktuğu, çekindiği ve karşılaşmayı hiç arzu etmediği Remzi Ağanındı. Duymazlıktan gelip yürüdü.
Remzi Ağa, sesini yükselttikçe yükseltiyordu. Serdar, başkalarının duyacağını düşünerek dönüp baktı.
Remzi Ağa sırıtıyordu. Semeri oracığa bırakıp Remzi Ağanın yanına gitti.
- Ne oldu Muallim Bey? Hayırdır? Eşek nerde?
Sorular peş peşe geliyordu.
Serdar, olan bütün masumluğunu sergileyerek anlattı. Maksadı Remzi Ağanın söyleyeceklerinin önüne geçmekti. Remzi Ağa da pek bir şey demedi.
Her şeye rağmen Serdar öğretmen:
- Remzi Ağa! Bu olay duyulmasın. Senden istirham ediyorum, dedi.
- Tabi canım, kimse duymaz, derken gözleri başka manâyla bakıyordu.
Serdar, semeri bırakıp evine giderken tedirginliği devam etti.
Aradan geçen birkaç günde hiç kimse bir şey demiyordu.
Serdar, inanmak istiyordu. Anormallik olduğu belliydi. Remzi Ağa bu değildi, olamazdı.
Birkaç gün sonra İstanbul’dan birisi Serdar’ı arıyordu:
Annesi babası arıyor düşüncesiyle telefona koşup gelen Serdar, telefondan gelen sesle ne diyeceğini şaşırdı:
- Hocam! Seni tebrik ediyorum. Konyalı olduğun belli… Mevlana torunu olarak hayvanlara acıman gerektiğini, eşeği serbest bırakıp semeri sırtında taşıyarak tüm köylüye göstermişsin. Ayrıca Nasreddin Hocanın torunu olduğunu da…
Yazar: Duran Çetin (Yazar hakkında için tıklayın)
Eser: Sana Bir Müjdem Var, Beka Yayınları,2006 (Kitabı temin için tıklayın)