Dairedeki yoğunluk her zamanki hızıyla devam ediyordu. Masasının üzerindeki evrakları okumaya başladı. Bir, iki, üç derken kafası yine allak bullak oldu. İçinden “bütün yazıları göndermek zorundalar mı?” diye söylendi. Gerçekten kendilerini ilgilendirsin ilgilendirmesin bütün yazılar gönderiliyordu.
“Yanlış, bu çok yanlış” dedi kendi kendine. Bunca zamana, bunca emeğe bunca kâğıda yazık oluyor, diye söylendi.
Elini telefona attı. Birinci kattaki çay ocağından çay söyledi.
Az sonra kapı çalındı. Çayın geldiğini düşünerek dağınık masasını üzerini hafifçe toparladı. Bardak koyacak yer ayarladı.
Kapıdan giren kişinin sesi duyuldu.
- Merhaba müdürüm!
Bu çaycının sesi değildi. Çaycının sesini mutlak tanırdı. Akşama kadar defalarca telefonda, bir o kadar da yüz yüze konuşuyordu. Belki de en sık gördüğü yüz, çaycının yüzüydü. Uzun boylu, hafifçe uzun burunlu ve uzun yüzünü sivilceler kaplamıştı. Dört katlı binayı koşarak defalarca inip çıktığı için spor bir vücuda sahipti. Sesinin kendine has bir yayılışı vardı. Sanki geniş bir salonda yankılanan bir uğultu gibi anlaşılırdı çoğu zaman.
Dönüp baktığında karşısında dairenin postasını getiren görevliyi gördü.
Mavi elbisesi ön plana çıkmıştı. Bunda çok kayda değer bir durum yoktu, sıradandı. Elindeki bir tomar; çoğu fatura olan posta evrakını müdür beyin masasına bıraktı.
Bir tanesini ayırdı:
- Bunu teslim aldığınıza dair şuraya imzanızı alabilir miyim? dedi.
Masada oturan Müdür Bey memurlardan birinin olduğunu düşünüp imzayı attı. Postacının elinde tuttuğu uzun zarfı alıp diğerlerinin üzerine bıraktı.
- Buyurun bir çay için, dedi.
Postacı teşekkür ederek odadan çıktı.
Tam yine geç kaldı, diye düşünürken kapı çaldı. Çaycı, Müdür Bey’in hiçbir şey demesine fırsat bırakmadan:
- Müdürüm kusura bakmayın. Yalnızım. Yetişmem çok zor oluyor bunca daire var...
Çaycı bunu her zaman yaptığı için Müdür Bey üzerinde durmadı.
Yüzüne baktı. Her zamanki gibi:
- Bu kadar spor yapıyorsun, bir de şu sigarayı bıraksan, dedi.
- Olmuyor müdürüm, olmuyor işte! Ben de çok istiyorum ama yapamıyorum.
- Maçlarda at gibi koşuyorsun. Bir de sigarayı bıraksan; tutulmazsın.
Elindeki çayı masanın üzerine bıraktı. Aceleyle kapıdan çıktı. Dağıtacak çayları vardı hem soğumamalıydı.
Müdür Bey koltuğuna yaslandı. Çaydan bir iki yudum çekti. Sonra masanın yan tarafında duran, postadan gelenlere baktı. Kendine gelecek faturaları aradı gözleri. Kendine ait olanları ayırdı. Sonra eli koltuğun arkasındaki zile gitti. Hemen kapıda hizmetli göründü.
- Buyurun!
Eline aldığı zarf ve evrakları uzattı:
- Şunları dağıtıver.
Hizmetli evraklarla çıkarken isimlere bakıyordu. Tam kapıya varmıştı ki geri döndü:
- Müdür Bey! Bu da sizin, dedi.
- Öyle mi?
- Ben de görmedim ki. Yaşlanmışız artık.
Zarfı eline alırken hizmetliye teşekkür etti.
Personelden birinin zannederek imza ile teslim aldığı, icra müdürlüğünden gelen zarftı.
Kendi kendine icralık borcu olup olmadığını düşündü. Bulamadı. Bir yanlışlık olabileceği ihtimali üzerinde durdu.
- Kredi kartı olmasın, dedi. İster misin, bir de ben katılayım kredi kartı mağdurlarının kervanına, diye söylendi.
Olamazdı. Çünkü taksitlendirmeye girmeden ödemelerini yapıyordu. Ama yanlış hesaba ödenmesi muhtemeldi. Yine de bu kadar erken, kredi kartı icrası mümkün değildi.
Beklemektense zarfı açmanın daha uygun olacağını düşündü. Ama zarfı açmadan iade olup olamayacağı fikri, zarfı açmada tereddütler yaşamasına sebep oldu.
Zarfın üzerini alıcı gözle incelemeye başladı.
Zarftaki isim, soy isim ve adres kendinindi. Sağ köşesinde “bu zarfta örnek 163 ödeme emri ve bono sureti vardır” yazısı küçücük yazılmıştı.
Birden bu yönde yoğunlaştı. Senet imzalamadığından adı gibi emindi. “Bu işin içinde bir iş var” dedi kendi kendine.
Gözü zarfın üzerine yapıştırılmış olan pullara kaydı. Ne kadar da güzeldi! Böyle bir güzelliğin kötü haberin geldiği zarfın üzerinde olmasını yakıştıramadı. Gözlerini kısarak kenarındaki yazıyı okudu. Artık gözleri yakını net görmemeye başlamıştı. “Yaşlılık” dedi tekrar.
Şimdiye kadar hiç duymamıştı bu isimleri. Çam filizleri üzerine konmuş bir karaboyunlu ötleğen kuşunun asil duruşu vardı. Hemen yanındaki ikinci pulun üzerinde fındık dallarında konuşlanmış kızılkuyruk kuşu vardı.
- Ne kadar güzel! dedi. Hele kızılkuyruk kuşunun karnını altındaki sarı mı, kırmızı mı olduğu net olmayan, karma kızıllık ne kadar alımlıydı!
Şimdi bunların sırası değildi elbette. “Ne olursa olsun” diyerek hemen zarfı açtı.
Bonoyu inceledi. Dikkatle baktı. Ödeyecek olanın bilgileri ve adres tamamen kendine aitti. İmza kendisinin değildi. Biraz rahatladı nasıl olsa imza kendine ait değildi.
Hemen ikinci evrakı örnek no:163 kâğıdını okudu içercesine. Okudukça canı sıkıldı: “…yukarıda yazılı borç ve masrafları, iş bu ödeme emrinin tebliği tarihinden itibaren on gün içinde ödemeniz, takibin dayanağı olan senet kambiyo senedini niteliğini haiz değilse beş gün içinde Merci’e şikayet etmeniz, takip dayanağı olan kambiyo senetteki imzanın size ait olmadığı iddiasında iseniz yine beş gün içinde açıkça bir dilekçe ile Tetkik Mercii’ne bildirmeniz, aksi takdirde kambiyo senedindeki imzanın sizden sadır olmuş sayılacağı…”
Neler yoktu ki hapis cezasından bile bahsediliyordu.
“İster misin bir de hapis yatalım” diye mırıldandı.
Sinirle kalktı. Odayı hışımla terk etti. Katları inerken merdivenleri ikişer üçer atlayarak indi koşarcasına.
Aslında ne yapmak istediğini kendi de tam olarak bilmiyordu. Senedin sahibi olan esnafın dükkânına gitmek için ana caddeye çıktı. Gözü kimseyi görmüyordu. Zihni tamamen adama söyleyeceği cümlelere kilitlenmiş, dış dünya ile irtibatı koparmıştı.
Dükkâna girdi. Masada daha önceden de hiç hazzetmediği, kilolarından dolayı hareket etmede zorlanan genç oturuyordu. Dükkân sahibinin oğluydu bu. Gerçi kendine karşı bir kötü davranışı olmamıştı ama hareketlerini hep yapmacık bulurdu. Elindeki evrakları tutarak:
- Benim size ne kadar borcum var? dedi.
Genç, elini borç defterine attı. İsim neydi derken hatırladığını belirtmek için:
- Ha! Tamam tamam, dedi. Arkasından da:
- Borcunuz yok, dedi.
- O zaman bu ne? diyerek kırgınlığını ve kızgınlığını ifade etti.
Genç eline aldığı kâğıtları inceledi.
Çok pervasız ve umursamaz bir şekilde:
- Ha! Bu mu? Size mi gelmiş?
- Görüyorsun?
- Ne önemi var Müdür Bey?
Müdür Bey kızgınlığının hiddete dönüşmemesi için kendini zor tutuyordu:
- Önemsiz mi?
- Evet.
- Sizin için olabilir. Ama benim için önemli. Şahsiyetim rencide oldu. Hatta sabahtan beri psikolojim bozuldu. Bunlar hiçbir şey değil mi? Hiçbir şey olmasa, benim onca işimin arasında neden bu sıkıntıya gireyim?
- Müdürüm amma abartıyorsunuz ha!
Müdür Bey sessiz kaldı.
Genç sanki alay edercesine devam etti:
- Bunlar olağan şeyler.
- Nasıl olağan? Bu adres benim, isim de öyle. Nerden yazdınız? Telefon rehberinden mi?
- Yok, onu bilmem, avukata verdik. O yazmıştır.
- Öyle mi?
- Evet.
- Bürosu nerde? Bari kendi işimi kendim takip edeyim. Size zahmet olmasın. Tabi ki bu imza benim ya(!).
- …
Adresi alınca bütün kızgınlığıyla dükkândan kaçarcasına çıktı.
Avukatlık bürosuna geldiğinde aynı vurdumduymazlıkla karşılaştı. Avukatın hiçbir şey umurunda değildi.
- Siz bunu nasıl yaparsınız? Avukatlık ciddiyet ister. Bu kadar vurdumduymaz olamazsınız. Madem telefon rehberinden yazdınız adresimi. Bana bir sormanız gerekmez mi? Benim borcum olup olmadığını öğrenmek, sizin meslek ahlakınıza daha uygun değil mi?
- …
- Belki de borcumu icraya gerek kalmadan ödeyeceğim. Bunu ilk önce sormuyor musunuz?
- Bize senet öyle geldi.
- Öyle mi?
- Demek biriniz yalan söylüyor.
Avukat kendine söylenenlerden hoşlanmadığını göstermek istercesine:
- Senden ahlak dersi alacak değilim, dedi.
- Bence çok ihtiyacınız var ama bunu verecek ben değilim. Sizin mayanızda olmalı…
Ortam birden gerginleşti.
- Sizi mahkemeye vereceğim, dava açacağım.
Bunu duyan avukat, alttan almaya başladı. Sürekli aynı şeyleri söyleyip durdu:
- Olur, böyle şeyler.
- İşleriniz böyle laubali bir şekilde devam ediyorsa; söyleyeceğim söz yok.
- …
- Hukuk ciddiyet ister kardeşim. Sen, aç telefon rehberini adresimi yaz. Arkasından icra kâğıdı gönder. Olur mu? Benim ismimi taşıyan onlarca insan olabilir. Siz bu ihtimalleri hiç düşünmüyor musunuz? Siz güya hak savunucusunuz. Şimdi benim hakkımı kim savunacak. Can sıkıntısı, işimi aksatma, stres, psikolojik yıpranma… Dava açacağım. Sizi tanıdıktan sonra buna mecburum.
Bütün ısrarlara rağmen odadan çıkıp giden Müdür Bey:
- Bundan sonra sen benim peşimde koş, dedi.
Rahatlamış mıydı? Anlayamadı. İçindeki sıkıntı hafiflemişti.
Yazar: Duran Çetin (Yazar hakkında için tıklayın)
Eser: Sana Bir Müjdem Var, Beka Yayınları,2006 (Kitabı temin için tıklayın)