Belirli günlerde, köye gelen tek yol olan, karşıdaki “Seğircek” denen mevkii gözetlerdik. Dış dünyanın varlığını gösteren tek işaret buydu bizim için. Kendi köyümüzün dışındaki hiçbir yeri görmüyorduk. Başka dünyaların kokusunu getirirdi bize orası. Hiç tatmadığımız yiyecekler demekti bizim için. Hep aradığımız, bir türlü bulamadığımız zevkler, renkler, yenilikler…
Arkadaşımız Tombul’un bizi uyarmasıyla, köyün girişindeki kuyunun yanında toplandık hiç gecikmeden.
Geliyordu işte. Ama bizim beklemeye tahammülümüz yoktu. Sanki karşılama töreni yapar gibi, önüne koştuk. Yüz metrelerce gittik. Yaklaştığımızda arabadan yayılan o gizemli kokuyu içimize çektik, rahatladığımızı hissettik. Bu, bizim için şehir kokusu demekti. Şehirdeki insanların her zaman bu kokuyla süslendiklerini hayal ederdik. Böylece kendimizin de şehirliler gibi olabileceğimizi düşünürdük.
Arabayı çeken atın süsleri bile, bizim için ulaşılmaz şeylerdendi. Kaç defa kendi kendime: “Şu ziller benim olsa da, kınalı kuzuya taksam!” demişimdir.
Bizim için önemli olan, farklı bir şeyin olmasıydı. İşte o da bu gün gelmişti.
Çerçi dayı her zamanki sevecenliği ile:
- Çocuklar! Size neler getirdim neler? dedi, bu bizi sevindirmeye yetti.
Hemen ileri atılıp:
- Neler getirdin? dedim.
Gözleriyle beni inceden inceye süzdü. Sonra da:
- Ne istiyorsun? dedi.
Benim en çok sevdiğim, horozlu şekerdi. Sapından tutup şekeri somurmak çok güzeldi.
Bunu bilen Çerçi:
- Çok güzel horoz şekerlerim var, dedi, kırmızı, sarı, yeşil… büyük, küçük…
Hepimiz sevindik. Konuşarak birlikte köye döndük. Çerçi bizim evin yanındaki köy odasına varıp atlarını yemledi.
Biz çocuklar arabanın etrafında dönüp durduk. Çerçi, bizim için gizem ifade eden o kokudan sürdü hepimize. Çok mutlu olduk. Çerçi’deki yeniliklere sahip olabilmek hayaliyle evlerimizin yolunu tuttuk.
Çerçi, neler getirerek karşılığında şeker, keçiboynuzu, gramper, çıtçıt, balon… alabileceğimizi söylemişti. Biz de bir an önce isteklerimize kavuşmak için, telâşla evimizden döndük.
Kimisinin elinde birkaç yumurta, kimisinde buğday, arpa, nohut vardı. Koyunyünüyle gelenler bile olmuştu.
Annemden biraz yün alarak ben de koştum odanın yanına. Horoz şekeri artık elimdeydi.
Çerçi, çocukların elindekileri gördükçe seviniyordu. Sanki hiç yolculuk yapmamış gibi, yorgunluğunu unutmuştu. Çocukların gürültüsüne alışık olduğu belliydi. Bu patırtının arasında, çocukların istediklerini bir düzen içerisinde veriyordu.
Çocuklardan bazıları, yaramazlık yaparak işini zorlaştırıyordu. Bunlara sabırla davranıyor, hiç azarlamıyordu. Belki de Çerçi’yi bunun için seviyorduk.
Hepimize karşılıksız verdiği çıtçıtları birer birer patlattık zevkle. Bizim gülüp eğlenmemizden haz aldığı belliydi. Bir ara kendisi de çıtçıt patlatmak için yanımıza geldi. Üzerindeki koku hissediliyordu. Bu bizim için Çerçi kokusuydu. Ulaşılmaz diyarların gizemli kokusu…
Sonra mahallenin kadınları geldiler. Arabanın etrafını sardılar dizi dizi. Kimisi boya alıyordu, eğirmeçle eğirdikleri yün ipleri boyamak için. Bazıları da ellerinde getirdikleri eski naylon ayakkabı ve terlikleri verip yerine boncuk aldılar. Çocuklardan farklı olarak, çok sıkı bir pazarlığa tutuştukları gözden kaçmıyordu. Çerçi’nin durumdan memnun olduğu belliydi.
Annemin “misafire, yolcuya ikram etmek sünnettir” diyerek hazırladıklarını götürdüm. Çerçi çok memnun kaldı. Gözlerinin içi güldü. Ellerini saçlarımın arasında gezdirdi, tarıyormuş gibi yaptı.
Oracığa bağdaş kurarak oturdu. İştahla yedi; aç olduğu belliydi. Elhamdülillâh, diyerek doğruldu. Doğruca arabaya gitti. Bana döndü gülen yüzüyle:
- Söyle bakalım! Ne istiyorsun? dedi.
Ne dediğini pek anlayamadım. Anlamsızca yüzüne baktım.
- Ne bakıyorsun? Ne istediğini sordum, dedi ikinci kez.
Utandım, gözlerimi önüme eğdim:
- Hiçbir şey istemem, dedim.
- Olmaz canım öyle şey! Bak bana yemek getirdin.
- Olsun. Annem “sünnet”, diye gönderdi. Sevap olurmuş, dedim.
Çerçi verdiğim cevaptan son derece memnun olduğunu belli edercesine:
- Al oğlum, içimden geldiği için veriyorum, diyerek avuçladığı tuzlu fıstığı cebime doldurdu.
Bir an alıp almama konusunda tereddüt ettim. Ama canım da çekmişti. Bir şey demeden cebimi doldurmasını bekledim.
Bana olan ilgisini devam ettirdi:
- Annene, ‘Allah razı olsun!’ dediğimi söyle, diyerek bohçayı toplayıp elime verdi.
Vakit geçirmeden eve gittim. Elimdeki bohçayı bırakıp geri döndüğümde diğer çocukların tekrar toplanmaya başladığını gördüm. Bu, Çerçi’yle her zaman yaptığımız gibi köy turuna başlamamız demekti.
Arabanın önünde ve yanında çocuklar, tüm köyü dolaştık. Bundan zevk alıyorduk. Bunu kendimiz için bir oyun haline getirmiştik.
Diğer mahalleden iki tane çocuğun hırsızlık teşebbüsünde bulunması, Çerçi’nin uyanıklığı ile boşa çıkmıştı. Çerçi, yakalamasına rağmen onlara hiç kızmadı. Bir ara arabayı durdurdu.
- Bakın çocuklar, diye başladığı konuşmasını, hiçbir zaman hırsızlık yapmayın, çalmayın. Hırsızlık kötüdür. Hırsızları kimse sevmez; Allah da, kullar da. Hem çok ayıp, hem de çok günah… diyerek tamamladı. Bir daha yapmayacakları konusunda söz aldı. Köyün çıkış noktasına gelindiğinde ayrılacaktık.
Kim bilir bir daha ne zaman gelecekti? Ekmek kavgasıydı bu. Bu köy senin, şu yayla benim, dolaşıp duracaktı.
Onun yolunu başka köylerdeki çocuklar da bekliyordu. Onlar da horoz şekeri yiyecekler, onlar da peşinden koşacaklardı.
- Allah’a ısmarladık çocuklar, diyerek ellerini salladı. Geldiği yola koyuldu, başka diyarlara gitmek için.
Biz de bir daha o gizemli kokuya kavuşmak, getireceği yeni şeyleri tatmak için sabırsızlıkla bekledik.
Yazar: Duran Çetin (Yazar hakkında için tıklayın)
Eser: Sana Bir Müjdem Var, Beka Yayınları,2006 (Kitabı temin için tıklayın)