Tıp fakültesini bitirmiş, doktor olmuştu. Bir süre hastanelerde asistan olarak görev yapmış, daha sonra da belediye doktoru olarak çalışmaya başlamıştı.
Onun İstanbul'a geldiğini duyduğunda içi kıpır kıpır olmuştu. Ta tıp fakültesinde okurken duymuştu onun ismini. Ancak uzak memleketlerde olduklarından bir türlü ziyaret etmek mümkün olmamıştı.
Bu müjdeli haberi getiren arkadaşı Mustafa'yı hemen o günden, "Beni ona götür" diye sıkıştırmaya başladı.
Yıl 1952'ydi. Bediüzzaman "Gençlik Rehberi" mahkemesi için İstanbul'a gelmiş, Sirkeci'de bir otele yerleşmişti.
Çok fazla gelen giden olduğu için ziyaretine herkesi kabul etmiyor, zaten etmesine de fırsat verilmiyordu.
Doktor, arkadaşını razı etmiş ve de müsait bir zamanı yakalayarak Bediüzzaman'ın kaldığı otele girmeyi başarmışlardı.
Odasına girdiler.
"Ben Doktor Nihat" diye tanıttı kendini.
Bediüzzaman, "Maşaallah kardeşim," dedi. "Allah mübarek etsin, doktorluk çok mukaddes bir meslektir."
Ve şöyle devam etti:
"Ben iki meslek erbabına çok kıymet veririm. Bunlardan biri doktorlar, diğeri de öğretmenler... İmanlı öğretmenler körpe dimağlara imanı, İslamı yerleştirir. Onun için benim gözümde öğretmenler çok kıymetlidir. Doktorlar da, insanın en ızdıraplı, en sıkıntılı zamanında tesellücüleridir."
Sonra şu tavsiyede bulundu doktor ziyaretçisine:
"Sen bir hastayı tedavi ettiği zaman ücretin 100 lira olsa ve sana 2,5 lira verseler itiraz etme, al, cebine at. Zannetme ki, 97,5 lira kaybettin. Sadaka olarak amel defterine geçer. Ve ebedi bir gelir elde edersin."