Polis gözetiminde Emirdağ'da ikamet ediyordu. Yaklaşık yirmi yıldır devam eden sürgün hayatının bir halkasıydı burası...
Burada da her türlü eziyet ve sıkıntıya maruz bırakılmıştı, yemeğine zehir konmuş, helikopterle takip edilmiş ve arkasından kurşun bile atılmıştı.
Güneşin sıcaklığını yavaş yavaş hissettirdiği bir bahar günü, tabiatın dirilişi seyir ve tefekkür maksadıyla gezmeye çıkmak istedi.
Hizmetinde bulunan talebesine de, "Kardeşim, sen bugün gelme, ben yalnız gideceğim" dedi.
Başkalarının bakışından rahatsız olduğun için zaman zaman kullandığı şemsiyesini de alarak sokağa çıktı, dağa doğru yavaş yavaş yol almaya başladı.
Bir bekçiyle bir başçavuşun kendisini izlediğinden habersizdi. Bir derenin iki yakasını birbirine bağlayan köprüye geldiğinde arkasında iki nefesin sıcaklığını hissetti.
Başçavuş var gücüyle Bediüzzaman'ın üzerine yürüdü ve başından sarığı aldığı gibi hışımla yere çaldı. kızgın bir şekilde, "Haydi karakola gidiyoruz" dedi.
Burası daga önce birkaç defa zehirlendiği bir yerdi.
Bediüzzaman soğukkanlılığını bozmadan yerden sarığını aldı, tozunu silkeledi ve yekrar başına koydu. Ve iki kişinin arasında karakola geldiler.
Aynı saatlerde binbaşı bir talebesi onu ziyarete gelmiş ve nerede olduğunu sorduktan sonra soluğu karakolda almıştı:
"80 yaşında bir ihtiyardan ne istiyorsunuz? Utanmıyor musunuz ona eziyet etmeye?" diyerek başçavuşu bir güzel haşlamış ve Üstadın koluna girerek evine götürmüştü.
"Üstadım," dedi. "Yeter artık, bunlara bir cevap verme zamanı hala gelmedi mi?"
"Kardeşim, biz yıkmaya değil, yapmaya geldik, iman kurtarmaya geldik. bir kişinin imanı kurtulsun, biz cehennemde yanmaya razıyız."