ÇİZEN:
Orhan Dündar
|
1)
Develer tellal
iken, pireler berber iken, ben dedemin beşiğini tıngır mıngır sallarken,
yani çok, ama çok eskiden, Kafdağı yamaçlarına kurulu bir memleket
varmış. Her yanında dereler çağlar, pınarlar ağlarmış o memleketin.
Zümrüt gibi uzanan kırları, binbir yemişle dolu meyve bahçeleri
görülmeğe değermiş. Kral Bilyegöz hüküm sürermiş orada. Doğru su garip
bir adammış kral. Sarayından çıkıp gezmez, karısı ve biricik kızından
başka kimseyle konuşmazmış. Sinirli sinirli dolaşır, bilye gibi küçük
gözlerini sağa sola çevirerek anlaşılmaz sözler söylermiş. Diken üstünde
oturuyor gibi rahatsız ve mutsuzmuş. Kimse yüzünün güldüğünü görmezmiş.
Yüreğinde öylesine büyük bir hastalık varmış ki; onu hiçbir hekimin
tedavi etmesi mümkün değilmiş. |
2)
Çünkü "altın hastalığı"
denilen garip bir derde tutulmuş Kral. Aklı fikri daima altınlarda imiş.
Zamanlı zamansız kalkar, bodruma iner, hazinelerini kontrol edip,
saatlerce orada durur da zamanın nasıl geçtiğini farketmezmiş. Kocaman
avuçlarına altınlarını doldurur, onları çocuğunu sever gibi öpüp okşar,
bıkmadan usan madan defalarca sayarmış.
Karısı ve kızı onun bu haline çok üzülür, bazı günler ona:
" Siz bu ülkenin kralısınız... Her türlü zenginliğe sahip kudretli bir
insansınız. Altınlara karşı böyle hastalık derecesine varan ilginiz bir
felakete sebep olabilir. Hiç olmazsa bazı günler sarayın bahçesine inip
açık havada dolaşın. Bir çiçek cennetini andıran bahçenizde gezerseniz
belki gönlünüz aydınlanır." derlermiş. Kral
Bilyegöz gülüp geçermiş onlara... Sözleri bir kulağından girer,öbüründen
çıkarmış. |
3)
Bir sabah erkenden uyanmış. Pencereyi açıp dışarı bakmış. Çiçek
açmış ağaçların yanında yemyeşil uzanan setlere çiğ yağdığını
görmüş. Her şey öylesine güzel ve iç açıcıymış ki Kral Bilyegöz bir
lahza altınlarını unutup bahçeye çıkmayı düşünmüş.
Karşıdaki nar ağacı üzerinde öten bülbül onu hayata çağırıyor
gibiymiş. Süratle giyinip kapıya yürümüş. Ayakları altında gıcır
gıcır sesler çıkaran mermer salonları hızla geçmiş. Merdivenleri
inip çıkış kapısına yönelmiş. Birden yüreğini kaplayan o hain
hastalık ses vermiş:
"Dur, bahçeye çıkma!
Çıkacaksan bile altınlarını yanına al..."
diyormuş bu ses.
Bilyegöz bu sesi
susturamayacağını anlayınca hemen dönüp hazinelerinin bulunduğu
mahzene koşmuş. Kalın ve ağır kapıları bir bir açıp altınlarına
erişmiş. Koltuğuna sığabilen, içi mücevher dolu işlemeli bir kutuyu
kapıp çıkmış. Az sonra güneşin yavaş yavaş ısıtmağa başladığı o
muhteşem bahçenin içine girmiş. Çiçek tarhlarının, gül fidanlarının,
lale setlerinin arasında dolaşmağa başlamış. Uzun bir süre gezinmiş.
Fakat gördüğü bunca güzellik bile ona altınlarını unutturamamış.
Bahçenin kenarında toprağa oturup mücevher kutusunu açmış. Göz
kamaştırıcı bir aydınlıkla parıldamış altınlar, inciler... |
|
4)
Bilyegöz
kıymetli taşlarla süslü mavi gerdanlıkları, zümrüt yeşili mercanları
ve çil çil altınları seviyor, okşuyor, onlarla bir çocuk gibi
oynuyormuş. Birden dalıp gittiği o garip alemden uyanmış. Hemen
arkasında bir çıtırtı duymuş. Korkuyla dönüp bakmış. Elbiseleri
yamalı, pabuçları eski, boynu bükük bir zavallı adam duru yormuş
karşısında. Ellerini birbirine kavuşturmuş, çatlak dudaklarını
büzmüş adam. Yüzünde koca bir çaresizlik, yoksulluk ve gariplik
okunuyormuş. Saygıdeğer kralım, diye başlamış söze.
Sizinle
karşılaşmam Allah'ın bir lütfu bana. Yoksulluk içinde kıvranan
zavallı bir insanım ben. Karım ve çocuklarımın boğazına günlerdir
bir lokma ekmek girmedi. Bana yardım eder, fazla değil bir altın
bağışlarsanız ömür boyu duacınız olurum. Ne o!ur boş çevirmeyin
beni...
Kral Bilyegöz şaşkınlıkla bakmış dilenciye. Altın sözünü duyunca
mücevher kutusuna sıkıca sarılmış. Hayır! diye bağırmış. Sana hiç
bir şey veremem! Dilenci duyduklarına inanmak istemiyormuş:
Lütfen
demiş, bir tek altından ne çıkar. O sizin için bir kıymet ifade
etmez ama beni ve çocuklarımı açlıktan kurtarır. Lütfen...
Kral Bilyegöz belki her şeyi yapsa bile bu işi yapamaz, hiç kimseye
bir gram ağırlığında bile olsa altın veremezmiş. İyice sinirlenmeye
başlamış. Küçük gözlerine tiksinti ve nefret dolmuş. Defolup
git başımdan. Beni rahat bırak, altınlarıma göz dikme. Bir tane bile
olsun vermem. Anladın mı pis dilenci! diye haykırmış.
Zavallı dilenci ümitlerini yitirivermiş. Anlamış ki bu cimri kral
asla kendisine yardım etmeyecek. Yüreği acıyla sızlamış, gözlerinden
bir kaç damla yaş yuvarlanmış yere. Gönlünün derinliklerinden kopup
gelen bir sesle garip bir dua etmiş.Daha doğrusu bir beddua... |
|
5) İnşaallah
tuttuğunuz herşey altın olur kralım! Neye elinizi uzatırsanız altın
olsun... demiş.
Sonra da ardına dönüp, aksıyan adımlarla çekip gitmiş. Kral Bilyegöz
dilencinin sözleri karşısında bir an şaşkınlığa uğramış.
Sonra gülüp geçerek "pis adamlar" diye mırıldanmış.
"Bütün işleri
dilencilik... Çalışıp kazanmayı hiç düşünmez bunlar..."
Kralın düşünceleri doğru değilmiş. Yeryüzünde nice fakir ve yoksul
insan varmış. Çalışamayacak durumda olan, hasta, sakat ve hakikaten
çaresiz nice insan. Aslında zenginler onlara yardım ellerini
uzatmalı, kardeşce, insanca yaşamanın çarelerini aramalı imişler.
|
|
6) Mücevher kutusunu
kucaklayıp ayağa kalkmış kral. Geldiği yöne doğru ilerlemiş. Birden
gözüne ilişen kıpkırmızı bir gül görmüş. Onu kopararak, biricik kızına
götürmek istemiş. Uzanıp almış.
O da ne? Dalından koparılan gül bir
lahza da som altın haline gelivermemiş mi?! Yaprağı, dikenleri, sapı som
altın bir gül.. Kral Bilyegöz'ün gözleri şaşkınlıkla büyümüş. İkinci bir
güle uzanmış; yine aynı şey oluvermiş, o da altın haline dönüşmüş.
Sevinmiş Bilyegöz. Sınırsız bir coşkuya kapılmış.
Yaşasınl
diye haykırmış.
Her tuttuğum altın oluyor
artık... |
7)
Heyecanla koşmuş sarayına. Hizmetçilerden bir bardak su istemiş.
Getirmişler. Bilyegöz bardağı eline aldığında onun da altın haline
geldiğini görmüş. Artık elini neye uzatsa; bardak, çatal, kaşık, havlu,
sabun hatta ekmek, herşey altın oluyor, bir anda külçeleşiyormuş.
Bilyegöz'ün sevinci azalmaya başlamış. İçi ne kıpır kıpır bir
huzursuzluk dolmuş. Tahtına kurulup düşünürken biricik kızı içeri
girmiş. Qnu görünce olanları unutup kızına doğru yürümüş. Gel bakalım
küçük kraliçem, babana sarıl şöyle, demiş. Kollarını uzatmış, kızının
omuzlarından tutmuş. İşte asıl korkunç felaket o zaman görülmüş. Eli
değer değmez sevgili kızı, altın bir heykel hali ne dönüşmüş. Altın bir
heykel, cansız, kaskatı ve soğuk... Kral Bilyegöz beyninden vurulmuşa
dönmüş. Şaşkın gözlerle çevresine bakıyormuş. Hizmetçiler de neye
uğradıklarını bilememişler, birer köşeye saklanıp beklemişler.
|
8)
Artık kimse yaklaşamıyormuş krala. Korkunç felaketler yağdırıyormuş
çevresine. Neye dokunsa altın oluyormuş. Karısı ise ağlayıp duruyor: Bu
felaket senin o uğursuz altın hasta lığın yüzünden geldi başımıza...
Kızımı yok ettin.,. diye feryat ediyormuş. Kral Bilyegöz perişan olmuş,
bütün dünyası kararmış. Artık altınlarını hiç sevmiyormuş. Onların sarı,
pırıltılar saçan soğuk görünümlerine düşman olmuş. Elini bir yere
sürmekten korkuyor, deli gibi dolanıp duruyormuş. Ülke halkı olanları
duymuş. Çaresiz ve yoksul insanlar gizlice seviniyor, "O bunu hak
etmişti" diyorlarmış.
Bilyegöz
yaptıklarına pişman olmuş. Gece sabahlara kadar uyumuyor, bu korkunç
felaketten kurtulmak için yüce Allah'a dualar ediyormuş. Artık kendini
bir tek kuruşu bile olmayan zavallı fakirlerden bile güçsüz, perişan ve
yoksul kabul ediyormuş. Elini sürdüğü her şeyin kaskatı altın kesildiği
bir dünyada yaşamaktansa, ölüp gitmek daha iyiymiş.
|
9)
Düşünüp taşınmış.
Ülkesindeki bilginleri sarayına çağırıp onlarla konuşmuş. Bu işe bir
çare bulmalarını istemiş. Sonunda yaşlı bir bilgin sözü almış:
Bu, demiş, sizin altın
hastalığınıza verilmiş ilahi bir cezadır. Artık samimi bir gönülle
günahınıza tövbe edip, Allah'dan af dileyip, bundan sonra çok cömert bir
insan olacağınıza söz vermeniz gerekir. Eğer bunu yapar, sözünüzde
durursanız, kurtulursunuz. Şimdi ülkemizin yüce dağlarından doğup
sarayınızın yakınından geçen "Huzur Nehri"ne gidiniz. O suya girip
abdest alınız. Yüreğinizdeki kötülükleri yıkayınız. Belki o zaman eski
durumunuza dönersiniz. Kızınız da yeniden dirilebilir,
demiş.
Kral son bir çare diye,
hemen
"Huzur Nehri"ne
koşmuş. Yaşlı bilginin tarif ettiği gibi ab dest alıp yıkanmış. Sonra
ellerini açıp Allah'a, kendisini affetmesi için dua etmiş. Duası
bittikten sonra yakınında bulunan bir ağacın dalını tutmuş. Tuttuğu
dalın altın haline gelmediğini görünce, sevincinden kendini tutamayıp
"Yaşasın, yaşasın,
kurtuldum artık"
diye haykırmağa başlamış. İyice emin olmak için, elini başka şeylere
uzatmış. Gerçekten artık hiç biri altın olmuyormuş. |
10)
Yüreği aydınlanmış
Bilyegöz'ün. Ömründe böyle bir sevinç duymadığını düşünmüş. Hemen
sarayına koşup karısına müjde vermek istemiş. Tam içeri girecekken
bir de bakmış ki sevgili kızı dirilmiş, kendisini bekliyor. Koşarak
sarılmış ona. Sevinçten ağlıyormuş artık...
Allah'ım, Allah'ım,
diye mırıldanmış. Sana ve milletime karşı olan görevimde kusur
göstermeyeceğim. Beni o korkunç altın hastalığından kurtardığın için
sana ne kadar şükretsem azdır...
demiş. Sonra bahçede kendisinden bir altın isteyen yoksulu ve
ülkenin diğer fakirlerini toplayarak, onlara nice mallar, altınlar
ve hediyeler dağıtmış. Karısı ve kızı seviniyor, ülkenin tüm
insanları bayram ediyorlarmış. Her şey daha bir güzelmiş şimdi... |
|
|
|